Hasan Öztürk

Aydınlanma filozofu Voltaire’in, 1759’da yayımlanan Candide romanı; karısı, sevgili kızı Cunegonde, eğitmen Pangloss ve yeğeni Candide ile birlikte mutlu bir yaşamı olan baronun, kızına âşık olan Candide’i konağından kovmasıyla başlar. Pangloss’un, -dolayısla da Leibniz’in- öğretisiyle olabilecek en iyi dünyada yaşadığını var sayan Candide, artık cennetten kovulan Âdem’dir ve o, gerçek dünyanın çileleriyle, kötülükleriyle, saçmalıklarıyla yüzleşecektir. Voltaire, bu dünyanın gerçekliğini, karşıtlarıyla somutlaştırmak için olmalı Candide’i, iyimser Pangloss ile karamsar Martin kılavuzluğunda çıkarır uzun yolculuğuna.


Candide ya da İyimserlik
François Marie Arouet Voltaire
Everest Yayınları

Otuz bölümlük kitapta Candide, pek çok ülkeyi maceralı yolculuklarla geçip melez uşağı Cacambo ile Eldorado adlı ütopik ülkeye uğrar ki burası tam bir mutluluk ülkesi, kaybedilmiş bir cennettir adeta. Sevgilisi olmadan burada uzun süre yaşamanın anlamı olmadığı söyleyerek Eldorada’dan ayrılan Candide, yolculuklarına iyimser Pangloss’un aksine karamsar olan Martin’le devam eder. Bu yolculuk; iyi, kötü, erdem ve özgürlük gibi konuları tartışarak sürer. Oldukça maceralı bir dünya turunun ardından Paris’e gelen Candide, sosyal ve kültürel yaşamla ilgili deneyimlerinin ardından Venedik’e gider ancak aradığını orada da bulamaz.

Candide’i okurken Tanzimat edebiyatının Ahmet Mithat’ını düşünmemek olmaz herhâlde. Estetik kaygı yerine edebiyat metinleriyle okurunu eğitmeyi amaçladığından olayların akışını sık sık keserek “hazır bulmuşken” okura bilgi vermeyi ihmal etmeyen “hace-i evvel” gibidir. Kaderci iyimserliği, savaşları, kilise dayatmasını, işkenceyi, bilgiçliği, yayın dünyasının çıkarcılarını alaycı bir dille eleştirir Voltaire de. Candide’in, kılavuzlarına sorduğu sorular ve uğradığı ülkelerde karşılaştıklarından çok şey öğreniriz kendi zamanı hakkında; şaşkınlıkla da olsa romandan öğrendiklerimizin bugün yaşadıklarımız olduğuna tanıklık ederiz ne yazık ki. Lizbon’a giden gemideyken “özel felaketler genel iyiliği meydana getirir” ilkesiyle olup biten her şeyin “mükemmel” olduğunu söyleyen Pangloss’a, “İnsanlar da doğayı biraz bozmuş olmalılar çünkü insanlar kurt doğmadıkları hâlde kurt olmuşlar. Tanrı onlara ne yirmi dörtlük top, ne de süngü vermiş. Hâlbuki onlar, birbirlerini yok etmek için süngüler, toplar yapmışlar,” karşılığını veren Jacques haksız mıydı dersiniz? Kim bilir, her zaman yere çalmak istediğimiz bir yükü mütemadiyen taşımaya çalışmaktan, varlığımızdan dehşet duyduğumuz hâlde ona bağlı kalmaktan, hasılı bizi kemiren yılanı kalbimizi yiyinceye kadar okşamaktan daha budalaca bir şey olup olmadığını kendimize sormadığımız günlerde yaşayabiliriz belki.

Batı/Hıristiyan dünyasında Eldorado dışında yaşanacak ülke göremeyen Candide’in son durağı İstanbul’dur. Kaybedilenlerin ve arananların buluştuğu son durak İstanbul’da sevgilisine ve eski hocasına, kavuşan Candide, yeni ve ilginç sorunlarla karşılaşsa da felsefi sorgulamaların aksine aldığı küçük araziyi işleyerek yaşamayı öğrenir. Uzunca bir sürgünlüğün ardından Paris’e döndüğünde ölüm döşeğindeyken Hıristiyanlığı kabul etmesi için kendisine baskı yapılınca, “Tanrı aşkına, huzur içinde ölmeme müsaade edin,” diyen Voltaire’e benzer biçimde Candide de, “Mümkün dünyaların en iyisinde bütün olaylar birbirine bağlıdır,” diyerek mutlu sona gelişteki kazanımları kendince sıralayan Pangloss’a, “Bunlar güzel sözler ama bahçemizi yetiştirmek gerek,” karşılığını verir.

Candide romanında “ihtiyaç için olduğu kadar keyif için de ekilmiş, biçilmiş yerler” diyarı Eldorado, sözcüğün tam anlamıyla bir “yokistan”dır. Onca sorunlu ülkeyi dolaşıp uşağı Cacambo ile çileli ve bir o kadar da tehlikeli nehir yolculuğuyla yirmi dört saat gökyüzünü göremeden, “gökyüzüne kadar ulaşan korkunç kayalar” aşarak Eldorado’ya gelen Candide, söz yerindeyse “proje” bir dünya ile karşılaşır; Eldorado, bir Aydınlanma Çağı projesi ülkesidir. Bütün halkı erdemli, akıllı insanlardan oluşan Eldorado ülkesinde din adamına ve avukata gerek yoktur çünkü orada herkes adildir ve erdemlidir. Ne adliye sarayı vardır orada ne de parlamento; “kimsenin kimseyi dava etmediği yer”dir burası. Herkes, aklı ve özgür iradesiyle inanmayı başarabildiğinden kilisenin tebliğci/uyarıcı papazlarına da gerek kalmamıştır. Şaşılacak bir zenginlik vardır ülkede; altınlarla diğer kıymetli taşlar, çakıl taşları ve kumlar kadar çoktur burada. Ekonomik zenginliği ve toplumsal barışıyla büyüleyici Eldorado, kültür ve sanat yönüyle de bir tür Aydınlanma Çağı projesi ülkesidir.

Voltaire, sevgilisi için yollara düşürdüğü Candide’i, bir ay kaldığı esenlikler diyarı Eldorado’dan, Âdem’in “yasak meyve” nedenine benzer bir gerekçeyle ayırır; “Burada kalırsak herkesten bir farkımız olmayacak,” der Candide, ardından da bu kez Martin ile “nüfusunun yarısı deli olan” ve “birinci işi aşk, ikincisi dedikodu, üçüncüsü de gevezelik” olan Fransa’ya doğru yola devam eder. Voltaire’in kendi toplumuna yönelik sert eleştirisidir bu betimlemeler. Mutluluk diyarı Eldorado’dan ayrılmış Candide’in, yeni hocasına şu sorusu çok önemli: “Peki, bu dünya neden kurulmuş?” Martin’in cevabı, bütün zamanları kuşatacak genişlikte: “Bizi kudurtmak için.” Candide’in esenlik diyarı Eldorado ülkesinden gönderilişi, “bizi kudurtmak” için kurulmuş bir dünyada yaşamayı başarabilmesi içindir kuşkusuz. Voltaire, yeni çağın bilmek için çok bilgi yerine yaşamın gerekleri için kullanılan uygulanabilir bilgiyi önemseyen eğitim anlayışını önceler genç Candide’in açmazlarıyla.

Candide kitabının “sonuç” başlıklı otuzuncu bölümü, Batı ile Doğu arasındaki zihniyet farkı için de ilginç ayrıntılar içerir. Hocalarla öğrencinin, “Üstat, bize insan denen bu acayip hayvanın niçin yaratıldığını söylemenizi ricaya geldik,” dedikleri Türk dervişin, “Sen buna ne karışıyorsun, senin işin mi bu?” cevabı, felsefenin bu topraklarda sökmediğini öğretir onlara. Candide’in, “Ama sayın efendimiz, dünyada müthiş kötülükler var,” diretmesine karşılık dervişin verdiği, “Kötülük veya iyilik olmuş, bundan ne çıkar? Sultan, Mısır’a bir gemi gönderdiği zaman içindeki farelerin rahat olup olmadıklarını mı düşünür?” karşılığı şaşırtır onları. “O hâlde ne yapmalı?” sorusuna yanıtı kesindir dervişin: “Çeneni tutmalısın.” Filozof dervişin yanından ayrılan üçlünün yolda karşılaştıklarında soru sordukları misafirperver Türk köylünün, “Çokluk, devlet işlerine karışanların sefaletle öldüklerini ve buna layık olduklarını sanıyorum,” sözü de çene tutmanın gerekliliğini bir kez daha hatırlatır felsefe ilgililerine. Türk köylüden, toprakla çalışmanın insanı can sıkıntısı, işsizlik ve yoksulluk gibi üç büyük kötülükten uzaklaştırdığını öğrenen yabancılar, Martin’in “Muhakeme yürütmeden çalışalım; bu da hayatı tahammül edilir bir şekle sokan tek çaredir,” sözünü yaşam felsefesi edinirler.

Bizi kudurtan bu dünyada savaşlar, haksızlıklar, işkenceler, haddini bilmezlikler, akıl almaz hukuksuzluklar, daha çok iktidar hesabıyla din ve siyaset bezirgânlığı, örtbas etmek istediğimiz her işte “şeytanın parmağı”nı arama kurnazlığı devam ediyor kaldığı yerden; Candide ile Martin’den pek farkımız yok. Başımızın selameti için toprağımızı ekelim, çenemizi tutalım bu bize yeter. Geminin içindeki farenin rahatını düşünmek neyimize, bahçemizi yeşertmek için “muhakeme yürütmeden” çalışalım, o kadar. Eldordo’ya çağırdılar da ayrılıp gitmeyen mi oldu bizi kudurtan bu dünyadan..

Arka Kapak dergisi 16. sayı