Röportaj: Yunus Emre Tozal, İsa Karaaslan, Ümit Yaşar Özkan

Modern şiirimizin en özgün ve üretken şairlerinden Edip Cansever’in 90. yaşını, onun poetikasını, yaşama ve şiire bakış açısını incelediğimiz dosyada Edip Cansever üzerine yaptığı teziyle dikkatleri üzerine çeken Devrim Dirlikyapan ile İstiklal’deki Ara Cafe’de buluştuk. Edip Cansever’in şiirini dramatik monolog bağlamında incelediği doktora teziniÖlümü Gömdüm, Geliyorum: Edip Cansever Şiirinde Varolma Biçimleri adıyla kitaplaştıran Devrim Dirlikyapan ile Edip Cansever’in şiirlerindeki üslubunu, İkinci Yeni’ye bakış açısını, modern Türk şiirindeki yerini, dramanın olanaklarından yararlanan anlatımını, gelenekle ilişkisini ve şiirlerindeki Tevratî dili konuştuk.

Edip Cansever’in İkinci Yeni tanımlamasına bakışını konuşarak röportaja başlayabiliriz. Eleştiriyor bu tanımı ve kabul etmiyor değil mi?

Evet, Edip Cansever başından beri İkinci Yeni adlandırmasına da İkinci Yeni ilkeleri olarak sunulan özelliklere de karşı olan bir şair. 1957’de Pazar Postası’nda “İkinci Yeni İçin Ozanlar Ne Diyor?” başlığıyla bir soruşturma hazırlanıyor. Bu soruşturmaya verdiği yanıtta yeni şiiri “anlamsız şiirin çemberi içinde düşünmek yanlış bir yol” diyor. “Bir şey söylemeyen şiir”e karşı çıkıyor. Hatta isim vererek ancak Oktay Rifat gibi ortalığı şaşırtma amacını güdenlerin ya da Ece Ayhan gibi şiirin ne olduğundan habersiz gençlerin böyle bir şiiri yazabileceğini söylüyor. Elbette Oktay Rifat’a ilişkin tutumu da Ece Ayhan’a ilişkin tutumu da sonradan değişecek Cansever’in. Ancak, İkinci Yeni’ye ilişkin tutumu değişmeyecek. İkinci Yeni’yi, daha doğrusu yeni şiiri, anlamsız ya da okuru yok sayan bir şiir olarak görmüyor Cansever. Toplumla ilgiler kuran, düşünceye yaslanan bir şiiri savunuyor. Yeni şiirin bir “evrim” olduğunu düşünüyor. Önceki şiire, yani Garip şiirine “tepki” olarak doğan bir şiir değil, onun yetersiz kaldığı noktadan, yıktığı noktadan yeni özlerle, yeni biçim denemeleriyle devam eden bir şiir.

Edip Cansever’in İkinci Yeni’yle ilişkisini yüksek lisans tezimde çalışmıştım ben. “İkinci Yeni Dışında Bir Şair: Edip Cansever” başlığını taşıyordu tez. Başlığa bakıp da tezi okumadan fikir yürüten bazıları, “Neden Edip Cansever İkinci Yeni’nin dışındaymış, diğerleri niye içinde?” gibi sorular sormuşlardı. Sadece Cansever değil ki. Anlamsızlık, faydasızlık, bir şey söylememe, topluma sırtını dönme, bireycilik, soyutlama vs. gibi, ilkeleri eleştirmenlerce belirlenmiş bir hareketi, sadece Edip Cansever değil, İlhan Berk dışında kimse benimsemiyor o dönem. Aslında eleştirmenlerin kendi aralarındaki tartışmalardan doğuyor İkinci Yeni. Muzaffer Erdost, o yıllarda daha önceki şiirlere hiç benzemeyen, çok farklı bir şiir yazıldığının farkında. Bir eleştirmen olarak bu yeni şiirin nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyor. Bu yüzden de tamamen iyi niyetle, kendince bir fikir geliştiriyor. “Bir kilim deseni nasıl ki bize bir şey söylemiyorsa, bu yeni şiir de bize alıştığımız anlamda bir şey söylemiyor” şeklinde özetlenebilecek bir fikri savunuyor. Bu yazıyla birlikte İkinci Yeni’nin ilk ilkesi de belirlenmiş oluyor: “Bir Şey Söylemeyen Şiir.” Yazı çok ilgi çekiyor tabii ki. Tartışmalar başlıyor. “İkinci Yeni”nin isim babası da Erdost. Yine yeni şiirin özelliklerini ele aldığı bir yazısına hem biraz aceleyle hem de İlhan Berk’in önerisiyle “İkinci Yeni” başlığını atıyor. Yazının yayımlanmasından sonra herkes “İkinci Yeni” adlandırması üzerinden konuşmaya, birtakım genellemeler yapmaya başlıyor. Şiirler ve şairler üzerinde teker teker durmaktansa hepsine birden İkinci Yeni demek herkesin kolayına geliyor tabii. Cemal Süreya’nın sonraki yıllarda ifade ettiği gibi “donmuş bir İkinci Yeni maketi” üretilmiş oluyor. Bu yüzden ben de tezimde İkinci Yeni bir akım olarak kabul edilecekse, ancak “eleştirmen akımı” olabilir görüşünü savunmuştum. İkinci Yeni içinde anılan şairlerin hepsinin başka başka özellikleri var çünkü. Elbette alışkanlığı kırma, dilde deformasyon, imgeyi öne çıkarma vs. gibi ortak noktaları da var. Ancak hepsini aynı kefeye koymak pek de olumlu sonuçlar doğurmuyor. Cemal Süreya’nın çok esprili bir sözü vardır bu konuda. “İkinci Yeni benim” diyor, “tabii, Ece’yi, Turgut’u, Sezai’yi, Edip’i vs. saymazsak.” Saymazsak dediği şairler arasında öyle kişilerin adını anıyor ki. Şeyh Gâlib mesela. Şeyh Gâlib’i saymazsak İkinci Yeni benim, diyor. Hem daha önceki şairlerin hem de kendilerinden sonra gelenlerin, Süreyya Berfe’nin, İsmet Özel’in filan adlarını anıyor.

Ama eleştirmenlere göre belirli bir tarih aralığı var değil mi?

Elbette. Yani, eğer İkinci Yeni’ye bir dönem olarak bakarsak, ilk yenilikçi şiirlerin 1953-1960 arasında yayımlandığını görüyoruz. Cemal Süreya’nın 1953 yılında Mülkiye dergisinde çıkan “Şarkısıbeyaz” şiirini bir milat olarak alabiliriz. İkinci Yeni şairlerinin ilk yenilikçi kitapları da 1956-59’da yayımlanıyor. Bu dönem yalnızca şiir açısından değil, edebiyatın, hatta sanatın diğer alanları için de büyük bir atılım dönemi. Sanatın malzemesi, araçları, olanakları, ifade şekilleri değişiyor. İkinci Yeni’ye de bu gözle bakmak lazım. Yani bir akım olarak değil de olanaklarını zenginleştirmiş geniş bir özgürlük alanı olarak.

Edip Cansever’in gelenekle ilişkisi hep sorgulanıyor. Gelenekten en uzak şair deniyor mesela, katılıyor musunuz?

Bu şekilde genel bir kanı var, evet. Ancak, bütün genel kanılara olduğu gibi buna da temkinli yaklaşmak lazım. Örneğin, Edip Cansever’in diğer İkinci Yeni şairlerine göre daha az okuduğu, bu yüzden de metinlerarası göndermelere hiç başvurmadığı gibi bir genel kanı da vardır. Hatta benim Modern Türk Şiiri dersini aldığım hocam bile söylerdi bunu. Oysa doktora tezim sırasında yaptığım yakın okumalar, bu görüşlerin ne kadar yanlış olduğunu gösterdi bana. O kadar çok metinlerarası gönderme var ki Cansever şiirinde. Dostoyevski’den Kafka’ya, Beckett’tan Eliot’a, Rilke’den Rimbaud’ya, Shakespeare’den Çehov’a, Camus’den Berger’a kadar. Antik Yunan tragedyalarından itibaren, Batı edebiyatının en önemli metinleri var Cansever şiirinin arkasında. Evet, yabancı dil bilmiyormuş, ama çevrilen yazıları, yapıtları çok iyi takip etmiş. Açık ya da gizli, yaptığı göndermeleri dikkate alırsak geleneğe değil en uzak, en yakın şair bile sayabiliriz Cansever’i.

Geleneği Türkçe edebiyatla sınırlarsak, evet, kendi geleneğimizden daha az yararlandığını söyleyebiliriz. Bununla ilgili özel olarak bir inceleme yapmadım ben. Ancak, Cansever şiirindeki konuşma edasının Garip’ten geldiğini biliyorum. Hatta şiirlerindeki en önemli öğelerden biri olan “konuşmaya yaslanma”nın Tevfik Fikret’e, Abdülhak Hâmid’e kadar götürülebileceğini düşünüyorum. Daha da ileri gidip poetika açısından Nâzım’la buluştuğu noktalardan bile söz edebiliriz. İyi bir inceleme yapılırsa –şu ana kadar Cansever şiiri için yapılmadı bu– eminim geçmişle, özellikle Tanzimat sonrası şairlerle bir bağı olduğu ortaya çıkacaktır. Belki Sezai Karakoç kadar değildir. Turgut Uyar kadar, Cemal Süreya kadar değildir belki, ama bir ilişkisi olduğu kesin.

Cemal Süreya, “Daha büyük bir şiiri olurdu eğer gelenekten yararlansaydı,” diyor Edip’in Lastik Topu kitabında ama orada da Cemal Süreya’nın kendine göre bir gelenek anlayışı var tabii…

Orada Cemal Süreya’nın kastettiği sanırım daha çok Divan edebiyatıyla ilgiliydi. Bildiğim kadarıyla ne Divan edebiyatına ne de Halk edebiyatına pek ilgi duymamış Cansever. Daha çok Dünya edebiyatının büyük yapıtları ilgilendirmiş onu. Şiir dışındaki türlerden daha çok yararlanmış. Öykülerden, romanlardan, tiyatro oyunlarından. Sadece edebiyat da değil aslında. Resimden, müzikten, sinemadan da beslenmiş. Renoir’ın, Bruegel’in, Picasso’nun, Chagall’ın tablolarını görebilirsiniz Cansever şiirinde. “Chagall” adında bir şiiri de var.

Şiirlerindeki Tevratî dili nasıl açıklıyorsunuz?

Hristiyan anlatılarından da, İncil’den de, Tevrat’tan da yararlanmış Cansever. Tevrat’ın söyleminden, özellikle Bezik Oynayan Kadınlar kitabında yararlanmış. Bu da aslında daha çok içerikle ilgili bir şey. Çünkü Muhassen var, Yahudi matmazel Ester var kitapta. Bu yüzden yedi lamba, yedi güvercin, yedi renkli Musa vb. göndermelere yer vermiş. Burada Ester’in söylemi çok önemli. Tevrat’ın Kraliçe Ester’ine zıt bir karakter olarak yaratılmış. Kraliçe Ester’in İran’daki bütün Yahudileri yok edilmekten kurtarmasına karşılık Bezik Oynayan Kadınlar’ın Ester’i, Seniha’nın intiharına engel olamıyor, kurtaramıyor onu. Ancak, Seniha’nın anlatısına bütünüyle karşıt bir söylem geliştiriyor. Yaşama dönük bir söylem. Örneğin, Seniha’nın ölüme doğru giden çözümsüzlüğüne karşılık, “Nedensiz bir çocuk ağlaması bile / Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.” diyor Ester. Dikkatle okursanız kitaptaki karakterlerin hem kendi aralarındaki iletişimi hem de yaşamla bağlantılarını yitirmiş insanlar olduğunu görürsünüz. Ester bu noktada o bağlantılarını yitirmiş insanlara yanıtlar veriyor bir bakıma. “Ester’in Söyledikleri”nde Tevrat’ın dilini çağrıştıran çok bağlaçlı söylem, yalnızca içerik olarak değil biçimsel olarak da bir karşıtlık geliştirildiğini gösteriyor.

Öyleyse Tragedyalar’ın şairinde umut, insana inanç, yaşama sevinci de var, değil mi?  “Öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları / Bu umutsuzlukları bırakın kardeşler” diyen şairin iyimser tarafının ıskalandığı söylenebilir mi?

Kesinlikle. Mehmet H. Doğan’a yazdığı bir mektupta da, “Bizlere dadanan her yakıcı umutsuzluk, her küstah acı, bir güzelliğe, bir yaşama sevincine dönmek zorunda,” diyor. Bu sözün şiirinde karşılığı yok mu? Fazlasıyla var. Cansever’in karamsarlığı çoğaltması, umutsuzluğu pekiştirmesi de onunla ilgili yanlış ve genel kanılardan biri. Gerçi, Tragedyalar’ın bir çözümsüzlüğü öne çıkardığı ortada. “Umut”tan çok daha hayati sorunları var oradaki insanların. Ancak aynı şeyi diğer kitapları için söyleyemeyiz. Bu genel kanı şundan kaynaklanıyor bana kalırsa: Cansever şiirine giren her karanlık sözcüğün, olumsuz çağrışımları olan her kelimenin ilk anlamıyla düşünülmemesi gerekiyor. Örneğin, ölüm. Ölüm, her zaman yaşamın sonunu ifade eden bir anlam taşımıyor ki. Bazen de tam tersi, yeni bir başlangıca işaret ediyor. Dinsel anlamda söylemiyorum bunu. Öbür dünyanın başlangıcı gibi bir şey değil. Daha çok Phoenix kavramıyla ilgili. “Ölü Öldü” diye bir şiiri var mesela. Ölümü ilk anlamıyla alırsak, son derece anlamsız gelecektir bu ifade. Hatta klişe bir anlatım bozukluğu ifadesidir. Oysa Cansever şiirinde ölüm, kişinin fiziksel olarak yaşamının son bulmasını değil, onu kendisi olmaktan alıkoyan rollerden veya benliğinin hastalıklı tarafından kurtuluşunu da ifade edebilir. Bu durumda yaşamayı yücelten, olumlu bir anlam kazanır. Yani, ölünün ölmesi iyi bir şeydir, anlamsız ya da kötümser değil. Bazı eleştirmenler, Ruhi Bey’in ölüme doğru gittiğini düşünüyor örneğin. Oysa adam, “Ölümü gömdüm, geliyorum,” diyor. Nereye geliyor? Yaşayanların arasına. Ruhi Bey, kendisini bir ölüden farksız hale getiren geçmişini gömüyor. Küllerinden doğuyor bir bakıma. Böylece burada da yaşamayı yücelten bir anlam kazanıyor ölüm. Benzer bir durum, Bezik Oynayan Kadınlar için de Oteller Kenti için de geçerli. Otelde kalan herhangi bir insan için otel, yalnızca geçiciliği ifade eder. Bugün vardır, yarın yoktur o insan. Ama otelin kendisi için geçicilik değil süreklilik söz konusudur. Bir otelin ışıkları hiçbir zaman sönmez. Bitişler başlangıçlara eklenir. Yaşamın sürekliliğine ilişkin birçok örnek vardır Oteller Kenti’nde.

“Amerikan Bilardosuyla Penguen”, Bezik Oynayan Kadınlar, “Oyun Oynayanlar”…  Cansever için oyun oynamak varoluşu anlamlandırmanın bir yolu mu?  Cansever’in şiiriyle sürekli oynayarak onu geliştirdiğinden bahsedilebilir mi?

Oyun oynamak bir simge değil Cansever’de. O yüzden şu anlama geliyor bu anlama geliyor gibi bir sınırlandırmadan kaçınmak lazım. Ancak, bazı şiirlerde karakterlerin zamanı doldurulması gereken bir boşluk olarak gördüklerini, bu yüzden de oyun oynayarak oyalandıklarını, sıkıntıdan kurtulmaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. Nerde Antigone’de yer alan “Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka” şiirinde sıkıntıyla baş edebilmek ve oyalanabilmek için kendi kendine iskambil oynayan, iskambil oynayabilmek için de kişiliğini dörde bölmüş olan bir anlatıcı var mesela. “Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız / Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan olmalarımla” diyor. Yalnızlığı “çarparak” ifade ederken, kendiliğini de “bölerek” var etmeye çalışıyor. “Amerikan Bilardosuyla Penguen” şiirindeyse daha çok kararsızlığın ifadeleri söz konusu. Gündelik yaşamın çelişkileri arasında hayata nasıl müdahale edeceğine karar verememiş insanlar, bilardo masası önünde topa nasıl vuracağına karar veremeyen bir oyuncuyla somutlaştırılarak anlatılıyor. Bezik Oynayan Kadınlar’da ise trajik bir anlamı var oyunun. Kitaptaki karakterler arasında, az önce söylediğim gibi, gerçek bir iletişim yok. Aynı evde yaşamalarına rağmen hiçbir şekilde karşılıklı konuştuklarını göremiyoruz. Birbirlerine ve kendilerine yönelik düşüncelerini, iç konuşma, günlük ve mektup gibi diyaloğu gerektirmeyen biçimlerle iletiyorlar. Oysa bezik oynamak için bir arada olmaları, konuşmaları gerekir. Bezik oynamak, onların iletişimsizliklerinin altını çizen bir eylem.

Cansever’in şiiriyle oynamasına gelince… Biçim oyunları değil de öz bakımından bir derinleşmeden söz edebiliriz sanırım. Elbette öz değiştikçe biçim de değişiyor. Her kitabında insanı ilgilendiren başka sorunsallar, başka ifade biçimleri devreye giriyor. Yerçekimli Karanfil’le Oteller Kenti’ni arka arkaya okuduğunuzda aradaki büyük değişimi açık bir şekilde görebiliyorsunuz.

Edip Cansever şiirinin öykü ve tiyatro gibi türlere yakınlığının şiirine katkısı nedir?

Düzyazının, özellikle de dramanın olanaklarından yararlanmak, en başta bir insanlık durumunu, bir varoluş sorunsalını derinlemesine işleme, kendi deyişiyle didik didik etme imkânı vermiş Cansever’e. “Bir sözcüğünü bile yerinden oynatsanız, şiir şiirlikten çıkar” gibi geleneksel yaklaşımları reddetmiş. “Bir önceki kuşak ‘küçük insan’ı işlemişti, biz de küçük insandan büyük harflerle İNSAN’a, insanın trajik varlığına yöneldik. Bu yönelişin yüzölçümü de şüphesiz geniş olacaktır,” demiş. Bu yüzden çoğunlukla uzun şiirleri tercih etmiş. Aslında çok eleştirilmiş bu konuda. Yığma bir şiir demişler, istif şiiri demişler. Şiirin “az sözle çok şey anlatma sanatı” olmasından hareket ederek Cansever’in laf kalabalığı yaptığını söylemişler. Örneğin, Umutsuzlar Parkı’nı “kısa lafın uzunu”, Çağrılmayan Yakup’u da “çok lâf” diye niteleyen eleştirmenler var. Hüseyin Cöntürk bile “kalabalık bir şiir” demiş Çağrılmayan Yakup için. Oysa öyle yoğun bir anlatma çabası vardır ki Çağrılmayan Yakup’ta, kalabalık olmak zorunda. Çünkü yaşam, bir yargılanma süreciyle ilişkilendirilmiş bu kitapta. Hiçbiri mübaşir tarafından mahkeme salonuna çağrılmayan, ama suçlu olan birçok karakter var. Bir duruşmada canhıraş savunma yapıyormuşçasına konuşuyorlar. Elbette konuşacaklar. Suçunuzun ne olduğunu bilmemenize rağmen suçluysanız, siz de kendinizi savunmak zorunda hissedersiniz.

Cansever’in uzun şiire yönelmesinin onun dünyaya bakışıyla da doğrudan ilişkisi var. Modern dünyanın kılıktan kılığa girerek, çeşitli rollere bürünerek yaşamak zorunda kalan, hep birilerine ya da bir şeylere “göre” yaşayan, bu yüzden de bir türlü kendisi olamayan bireyini, onun bölünmüşlüğünü yansıtma çabası içinde olmuş her zaman. Bireyin kendi içindeki bölünmüşlüğünü yansıtma çabası, onun şiirini de karakterlere, anlatıcılara bölmesini, yani kabaca “bir karakterin konuşması biçiminde yazılmış şiir” diye tanımlayabileceğimiz dramatik monologlar yazmasını sağlamış.

Şunu da söylemek lazım: Edip Cansever’in övgüyle söz edilen yanlarından çok, eleştirildiği noktalardan özgünlüğü yakalayan bir şair olması, onun büyüklüğünü kanıtlayan bir şey. Eleştirildiği noktada ısrar ederek kendine özgü olanı kurabilmek, her şairin harcı değil.

Sadece şiir türünde yazmış olmasını, ki söyleşilerinde şiirin ona yettiğini söylüyor, nasıl yorumlarsınız?

Şiiri çok ciddiye alan, her sabah işe gider gibi şiire giden bir adam Cansever. Bir oyun ya da roman yazsaydı, herhalde romana ya da oyuna değil yine şiire benzerdi yazdıkları. Çok klişe bir ifade gerçi ama söylemeden edemeyeceğim: Dokunduğu her şeyi şiire dönüştüren bir adam Cansever. Okuduğu romanı da, oyunu da, hatta felsefi bir metni de şiire dönüştürebilme gücüne sahip olan bir insan, neden tersini yapsın ki?

Edip Cansever için şiir olmayan durumlardan şiir çıkaran bir şair diyebilir miyiz peki? Bunu da imge yoluyla gerçekleştirdiğini söylesek sanırım yanılmış olmayız? 

Modern şiir dediğimiz şey de zaten biraz böyle bir şey değil mi? Şiir gibi olan bir durumdan şiir çıkarmak, tam da şairanelik denen şey. Önemli olan şairanelikten uzaklaşıp şiire çok uzak gibi görünen durumları, yine şiire çok uzak gibi görünen bir dille yazmak. Yani Cansever’in en iyi yaptığı şey. İmgeyle ya da bakışın gücüyle ya da bazen yalnızca bir karakteri konuşturarak…

Şairin imge gücü bakma ve görebilme yetisiyle doğrudan ilgili midir, bu bağlamda şiirlerinde başat unsur olan “göz” imgelerini nasıl açıklarsınız?

Edip Cansever’de gözler, iletişim kurmanın da iletişimden kaçınmanın da en güçlü araçlarından biri. Bu yüzden bakmak ve görmek bütün duyuları içeren bir işlevle yüklüdür. Sesler görülür, kokular görülür. Hatta bazı nesnelere dokunmadan, sadece bakarak onun sıcaklığını ya da yumuşaklığını anlar, tadını bile görürsünüz. İkinci Yeni şiirinin özellikleri arasında sayılan bir sanat var, “synaesthesia” veya “karıştırım” deniyor. Bir duyunun yerine öbürünün konması ya da bir duyuya ilişkin algıyı başka bir duyuya mal etme. Bu sanat Edip Cansever’de duyuların rastgele yer değiştirmesi şeklinde değil de, daha çok bütün duyuları gözün işlevi haline getirme şeklinde kullanılmış. Bunun hem Cansever’in resimle çok ilgilenmesinden hem antikacılık gibi nesnelerin dünyasıyla doğrudan ilişkili bir iş yapmasından hem de modern çağın bizi getirdiği noktadan kaynaklandığını düşünüyorum. Georg Simmel, bir yazısında modern yaşamın gözün işlevini hem görülmedik biçimde artırdığını hem de özüne aykırı bir şekilde boşluğa taşıdığını söylüyor. Örneğin, metroda, tramvayda ya da metrobüste hiç tanımadığınız insanlarla dip dibe yolculuk ediyorsunuz. Hiç konuşmadan uzun bir süre birbirinize bakmak zorunda kalıyorsunuz. Bakışlarınız buluştuğunda da gözünüzü kaçırmaya çalışıyorsunuz. Birbirinize yakınlığınız kadar uzak, uzaklığınız kadar yakınsınız. Veya bir asansörü düşünün. Hiç tanımadığınız insanlarla sizi küçücük bir odaya kapamışlar. Bedenleriniz neredeyse birbirine değiyor ama hiçbir şekilde iletişim kurmuyorsunuz. Böyle ortamlarda gerçekten gözünüzü koyacak yer bulamıyorsunuz. Şimdi metroda ya da asansörde yaşadığınız bu durumun bütün bir hayatınıza yayıldığını düşünün. İşte o zaman Cansever şiirindeki “o kadar bakar ki bakmaz”ı da, “gözleri yok kendisi var”ı da, “gözlerimden uçtum bırakıp eski gövdemi” ya da “gözleri bir köpeğin, bırakmış köpeğini” dizelerini de, “kaçarak yaklaşıyorum her görünmeye” durumunu da daha iyi anladığınızı göreceksiniz.

Ölümü Gömdüm, Geliyorum – Edip Cansever Şiirinde Varolma Biçimleri kitabınızda Cansever’in “çokgözlü bir bakma biçimi” geliştirdiğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz? “Ey görünüş! Seni bir yerinden hiç anlamıyorum” diyen, “kuşa bin türlü bakmasını bilen” Cansever, şiirinde nasıl bir bakış/görüntü estetiği kuruyor?

Cansever, “Her şey sürekli değiştiğine göre bakmanın, görmenin bütün olanaklarını denemekten yanayım,” demiş bir söyleşisinde. Şöyle anlatayım… Örneğin “Bakmalar Denizi”nde, “bakmalar görüyorum” diyor Cansever. “Bakmalar görmek”, bir “bakışma”ya işaret eder. Nesnelerle bakışabiliyorsanız bakışınıza yanıt alabiliyorsunuz, nesne ile ilişki kurabiliyorsunuz demektir. Bir nesnenin sizin için bir anlamı varsa “gözleriniz gördüğünüz yerden bakabilir.” Nasıl bir şey bu? Bir nesneye bakarken o nesnenin kendisinden çok, o nesneyle kendiniz arasında kurduğunuz ilişkiyi görmekle ilgili bir şey. Bir masa, herkes için aynı anlamı taşımaz. Masayla ilgili geçmişiniz de ona hangi açıdan baktığınız da değiştirir masayı. Tek bir bakış açısı olmadığı için nesnelerin de tek bir görüntüsü yoktur. Yani Cansever, bakan kişinin düşüncelerinin, duygularının, inançlarının ya da anılarının nesneleri görme biçimini etkilediğinin farkında. Bu yüzden de çoğaltmış bakışını, çeşitlendirmiş. Yalnızca özne ile, bakan gözle sınırlı bir eylem olmaktan çıkarmış.

Edip Cansever’deki çokgözlülük, yalnızca özne ve nesne arasındaki bakışmayla değil, görüntülerin yan yana getirilmesi ya da birbirine geçirilmesiyle de elde ediliyor. Kitapta “Otel” şiirini örnek vermiştim. Orada “göz”, hem iki kişi arasında hem de özne ve nesne arasında sürekli olarak yer değiştiriyor. Okur da eşlik ediyor bu bakışmaya. Dolayısıyla şiirdeki perspektif, yalnızca anlatıcı tarafından değil, hem nesneler, hem kişiler, hem de okur tarafından çiziliyor. Cansever’in bakma biçimini çeşitlendirmesi, “perspektif geleneği”ni bozarak resim sanatında büyük değişimlere yol açan kübist sanatçıların yaptığına benziyor. Picasso’nun Natürmort’u gibi. Tek bir açıdan bakış değil, aynı anda farklı perspektiflerden verilen bir görünüş.

Sezai Karakoç’un Cansever şiirine “Bir Materyalist Şiir” başlıklı yazısı ile eşyanın materyal yanıyla ilgilenen, Tanrısız bir şiir ithamıyla yönelttiği bir eleştiri vardır. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

Erken verilmiş bir yargı. Erken olduğu için de bütünü gözden kaçıran, yanlış bir yargı. Cansever şiiri “Güzel Atomların Yaptığı Ayak”tan, “Aşkın Radyoaktivitesi”nden ibaret değil. Nâzım Hikmet ne kadar fütüristse Cansever de o kadar materyalist. Henüz şiirini oluşturma aşamasında olan bir şairin birkaç deneysel çalışmasına dayanarak genelleme yapmak, doğru bir yaklaşım değil. Sezai Karakoç, o yazıyı yayımlamak için acele etmeseydi, çok değil birkaç ay bekleseydi de Umutsuzlar Parkı’nı görseydi, sanırım yayımlamaktan vazgeçerdi. Gerçi Yerçekimli Karanfil’deki bazı şiirler de yeterli, eşyanın değil insanın ön planda olduğunu görmek için, ama yine de Umutsuzlar Parkı’yla daha belirginleşecek bu eğilim. Örneğin, az önce sözünü ettiğim “Bakmalar Denizi” şiiri de Yerçekimli Karanfil’de. Evet, birçok nesne sayılıp dökülüyor. Nesnelere göz veriyor adam. Ama bunlar eşyanın maddeliğiyle değil, demin de belirttiğim gibi insanın görme biçimiyle ilgili. Nesneleri görme biçiminiz, doğayı ve toplumu görme biçiminizi de belirler. Cansever şiirinde nesneler, eşyalar, çok önemlidir, evet. Ama merkezde eşya değil insan vardır. İnsanı daha görünür kılmak için; onun acılarını, sıkıntılarını, çelişkilerini, yalnızlığını, varoluşsal sorunlarını deşmek için kullanır nesneleri Cansever.

Cansever şiirini en iyi niteleyebilecek sözcük “trajik”tir bence. Tanrı kavramını da Tanrısızlığı da en başta bununla ilgili olarak düşünmek lazım. Edip Cansever’in Antik Yunan tragedyalarından çok etkilendiğini biliyoruz. Tanrılarla ilgili şöyle bir tarihsel gelişim çizgisi vardır Yunan tragedyalarında. Günümüze kalan ilk büyük tragedya yazarı Aiskhylos’un oyunlarında tanrılar çok önemlidir. Ateşi çalıp insanlara götürmek gibi çok önemli işler yaparlar. Trajedi daha çok insanlarla tanrılar ya da tanrılarla tanrılar arasındadır. Sophokles’e geldiğimizde ise insanın insanla çatışması ön plana çıkar. Tanrıların da adı geçer ama onlar pek ortada görünmezler. Etkisizdirler. Euripides’e geldiğimizde ise dinsel inanç diye bir şey kalmamıştır artık ve tanrılar adeta kötülük için vardır. Edip Cansever’in Tragedyalar’ı da bütünüyle tanrısız kalmış bir dünya ile başlar. İnsanlar kendi kaderlerini kendileri çizecektir. Ancak bunu başaramazlar. Çünkü modern çağ yepyeni tanrılar yaratmıştır. Çıkarcılık gibi, bencillik gibi, toplumsal roller gibi, değiştirilip durulan maskeler gibi, savaşlar ya da katliamlar gibi, silah gibi, para gibi. Euripides’inkinden çok daha kötü tanrılar.

“Benim gözlerim trajiği görüyor yalnızca” der Cansever. Modern şiirin içeriğinin trajik olduğunu düşünür. Trajik olansa “insanın her şeyden önce çelişkili bir dünyada yaşamak ve eylemek zorunda olması”dır. Modern çağın insanı tragedyalarda çizilen karakterlerden çok daha bölünmüş durumdadır. Yalnızca bir ikilem içinde değil birçok varoluş biçimiyle karşı karşıyadır. Bu yüzden Cansever’de insan, hem modern çağın tanrılarıyla hem de kendi bölünmüş varlıklarıyla hep bir çatışma içindedir.

İkinci Yeni şairleri genel olarak parasız yatılı şairler, Mülkiyeli. Edip Cansever ise varlıklı ve varlıklı olmasının avantajları ve dezavantajları var. Bunları biraz konuşalım, Cemal Süreya’nın anlattığına göre Cansever ilk gençliğinde Fatih Camii’nin avlusunda yapılan mahalle maçlarına katılıyor. İkinci dünya savaşı sonrası yıllar olduğundan ve o dönem lastik top olmadığından maçlar bez toplarla yapılırmış. Cansever’in ise o yıllarda lastik topu var ve sırf lastik topu olduğundan takıma alınan; hani mahalle maçlarında top oynamayı pek bilmeyen ama topu olduğu için takımda sürekli yeri hazır olan çocuklardan… Bu psikoloji insanda nasıl bir iz bırakır? Buradaki hüzün, Cansever’in hayatını doğrudan etkiliyor; şiire, hayata bakışı bile çocukluğundan kalan hüzünle şekilleniyor. Varlıklı bir aileden geliyor olması, Cansever’in hem hayatını, hem şiirini adeta varlık içinde yokluk yaşatan bir hüzne dönüştürüyor. Siz bu durumu onun şiirindeki etkisinde, hayatında, dünyaya bakışında nasıl yorumluyorsunuz?

Varlıklı diyoruz ama şunu da söylemek lazım: Sonuçta burjuva bir aileden gelmiyor Cansever. Fabrikatör çocuğu değil. Varlıklıysa, diğer şairlere göre, arkadaşlarına göre varlıklı. Cemal Süreya, Cansever’in bunu bir kompleks yaptığını söylüyor. Belki de abartıyor, bilemiyorum. Ama Cansever’i tanıyan başka insanlardan da duydum bunu. Küçükken lastik topu olduğu için kabul gördüğünü, yetişkinliğinde de parası olduğu için, hesapları hep o ödediği için sevildiğini düşünüyor sanki. Eğer öyleyse, bu da ayrı bir trajik durum gerçekten. Aslında, dışarıdan kabaca bakıldığında Edip Cansever’in yaşamına bunca trajediyi, bunca sıkıntıyı, kaç kerelerle ifade edilen bunca yalnızlığı yakıştıramıyorsunuz. Bir sürü dostu olan, muhabbet etmeyi, meyhane sohbetlerini seven bir insan. Eşi Mefharet Hanım’ın mezeleri, rakı sofraları ünlü. Dostlarının anlatımından biliyoruz, evde konuk ağırlamayı seven bir aile. Ancak, Cansever, böyle bir sosyalliğin arka planında demek ki müthiş bir içsel yalnızlığa, çok derin bir trajiğe sahip. Sadece insanları gözlemleyebilme becerisiyle açıklayamayız sanırım bunu. Sırf bu meseleyi daha iyi anlayabilmek için bile onunla tanışmayı, sohbet etmeyi o kadar çok isterdim ki. Maalesef yetişemedim.

Bu arada, yanlış anlaşılma olmasın. Elbette yalnızca kendi hayatını, kendi duyduklarını yazacak değil şair. Üstelik de dramatik monolog yazan, yani yarattığı karakterlerle kendisi arasına mesafe koyan bir şair için hayatıyla yazdıklarını eşitlemeye çalışmak son derece saçma olur. Benim kastettiğim bu değil. Kaldı ki, hayatıyla, bazı yönlerden bağlantısını kurabileceğimiz bir şiiri de var Cansever’in. Örneğin, Phoenix. Neredeyse her kitabında Phoenix’i çağrıştıran bir imge, bir durum ya da bir karakter mutlaka var. Phoenix’i bu kadar önemsemesinin nedenlerinden biri, bence Cansever’in eski eşyalarla haşır neşir olmasıyla, antikacılıkla ilgili. Antikacı dükkânındaki eşyalar, kullanılmış ve terk edilmiş, ancak yeniden kullanılmak üzere sahibini bekleyen nesnelerdir. Eski sahipleri için küllenmiş olsalar da yeni sahiplerinin elinde bir Phoenix gibi yeniden doğacaklardır. Bu eşyalar için antikacı dükkânı “her bitişi bir başlangıca ekleyen” bir otel gibidir yani. Sadece antikacılıkla ilgili şeyler değil, başka otobiyografik öğeler de var şiirinde… Yine de “Doğanın bana verdiği bu ödülden / Çıldırıp yitmemek için / İki insan gibi kaldım / Birbiriyle konuşan iki insan” diyen Cansever’in yaşamına da tanık olmayı çok isterdim.

Son bir soru. Akademisyen ya da eleştirmen kimliğinizle değil de, bir şair olarak nasıl bakıyorsunuz Cansever’e? Şiirinizde bir Cansever etkisinden söz edebilir miyiz?

Ben akademisyen olmadan önce de öğrenciyken de hayrandım Cansever’e. Ancak Edip Cansever’in kolay taklit edilebilir gibi görünen, ama asla taklit edilemeyen bir yanı olduğunu söylemeliyim. Aslında kendi dilini bulmuş her şair için geçerlidir sanırım bu. Borges’in Don Kişot’u çok sevip de yeni bir Don Kişot yazmaya niyetlenen ama sonuçta Cervantes’in romanıyla tıpa tıp aynı metne ulaşan anlatıcısı gibi. Bazen aklıma bir düşünce ya da bir görüntü gelir mesela. Onu şiire dönüştürmeye çalıştığımda benzer bir şeyin Cansever’ce zaten en iyi şekilde dile getirildiğini fark edip vazgeçtiğim olur. O Cansever’inkiydi, bu da benimki diyerek devam edemem kolay kolay. O yüzden bir şair olarak kendimi Cansever etkisine açık bıraktığımı söyleyemem. Tam tersi, o etkiden kaçmaya çalışmışımdır. Bu açıdan belki de olumsuz etkisi olmuştur, beni ketlemiştir belki, bilemiyorum.