A. Yavuz Altun

“Kendimden her zamanki gibi memnun değildim, ama yazımdanve hikâyemden memnundum.”

Kara Kitap’ın (1990) şaşırtıcı hikâyelerinin anlatıcısı, (kurgusal) Milliyet gazetesi yazarı, okuruyla bazen alay eden, bazen ona öfkelenen (“Ne tuhaf okurlarsınız siz, ne tuhaf ülke burası.” sf. 139), bazen de ona işaretler bırakarak onu kelimelerin ikinci anlamlarına çağıran, hayatın anlamı denen esrarı bulmak için ama daha çok hayatın anlamı denen esrarı öldürmek için yazan Celal Salik, 2007 yılında Radikal gazetesinden bize yeniden seslendi. Orhan Pamuk’un bir günlük editörlüğünü yaptığı gazetede Celal Salik’in ölmeden önce notere teslim ettiği “son” yazılarından birisi yayınlandı. Okuruyla alay etmeyi alışkanlık hâline getiren yazar Celal Salik, şöyle diyordu:

“Gazete okuma alışkanlıklarımızda hayatımızdaki eksikliklerin, fakirliğimizin, iç sıkıntılarımızın, keyifsizliğimizin, ham halat halimizin ve siyasi sefaletimizin suçlusunu bulma telaşı var hep. (…) Suçlu kim, içimizde mi dışımızda mı? Kabahat kimde, kimi nasıl cezalandırmalı, kim konuşmalı, kim haddini bilip susmalı? Benim zamanımda bunlar için okunurdu köşe yazısı, şimdi de belki öyle.”

Okur, yazarından ne bekler? Yazar ne yazmak ister?

Köşe yazısından beklenenin ne olduğu ve köşeyazarının burada ne gibi bir işlevi olduğuna dair bu ufak hatırlatma, Kara Kitap’ın, yazarının tabiriyle “içinde her şeyin olduğu bir kitabın” kapsadığı konulardan yalnızca birisi elbette. Ancak belki en önemlilerinden. Zira romanın iki kahramanı Celal ile Galip arasındaki “usta-çırak” ilişkisi, hemen her dönemeçte, “okur-yazar” karşılaşmasına bağlanıyor, kelimeler ve anlamlardan oluşan satranç taşlarına benzeyerek bitmek tükenmek bilmeyen bir “anlam arama” serüvenine çıkıyor. Yazar, yazılarında bir arayış önerdiği kadar, okuruna da kendi ayak izlerini bırakıyor. Celal Salik’in yukarıda bahsedilen siyasi köşeyazısı tarzını, tarihle ve “Ben kimim?” sorusuyla bezeli bir arayışa çevirmesi de bu sebeple okuru, tıpkı hangi partiye oy vermesi gerektiğini söylermiş gibi, kendine çekiyor. İstanbul’un sokaklarının birbirinin içine geçme ve birbirini kesme hâline çokça benzeyen katmanlı yapısıyla Kara Kitap, okuru için böylece okudukça açılan bir bilmeceler ağına dönüşüyor. Okurun yapması gereken, Orhan Pamuk’un anlattığı hikâyenin içinde Celal Salik’in hikâyelerinin izlerini sürerek, bu bilmeceleri çözmek ve hem kurgusal yazarın hem de gerçek yazarın ne söylemek istediğini anlamaya çalışmak.

Celal Salik’in ayak izleri, romana kattığı otobiyografik her detayla, Orhan Pamuk’un da ayak izlerine dönüşüyor zira.

Bu durum kukla oynatıcılığını, Karagöz’ü, zekice mizahıyla seyirciyi sürekli diken üstünde tutan bir Shakespeare komedisini hatırlatıyor. Gözünüz, hem kuklada ve kuklanın söylediklerinde hem de yazarda ve yazarın söylediklerinde olmalı. Haliyle birbirine paralel iki dünya çıkıyor karşımıza: İlkinde romancı Orhan Pamuk, kendi içinde yaşadığı dünyada, 1970’lerin Türkiye’sinde, o ülkenin ait olduğu gelenek havzının ortasında modern, Batılı bir roman yazıyor. İkincisinde ise yazarın icat ettiği köşeyazarı tiplemesi Celal Salik, aynı yılların aynı ülkesinde, bir köşeyazısı formatında (Batılı gibi nesirle) hikâyeler anlatıyor. Peki, bu hikâyeler bize ne söylüyor?

Okurun, yazarın dünyasına adım atması

İçinde kafa karıştıracak kadar çok referans barındıran Kara Kitap’ı “anlamlı” kılan ana hikâyesi şöyle: Galip’in karısı Rüya’nın evden kaçması ve Galip’in onu aramaya koyulması. Bu arada Celal’in Milliyet’teki köşesindeki ilk yazıda, şunu okuyoruz: “Canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı geldi çattı, gel bana…” (sf. 27). Az çok kitabı bilenler, daha bu sayfadan farkediyorlar ki, Rüya aslında Celal’le birlikte kaçmış. Ve Celal de, kendisini öldürmek isteyen bir katilin varlığını sezmiş. Haliyle, Galip’in karısını arayışı, onu karısından çok daha fazlasına, tarihe, kültüre ve kimliğe dair kaynaklara götürüyor: Celal’in okuduğu metinlere, harflere, yüzlere. Orhan Pamuk için bu, Türkiye’nin tarihi, kültürü ve kimliğine dair bir serüvene dönüşüyor. Pamuk, Amerika’da bir kütüphanede Doğu’nun, İslam dünyasının klasik eserleriyle “ilk kez karşılaştığını” söylüyor. Haliyle bu onun da okuduğu metinler dünyası.

Gelelim, yazarın ve yazarın ürettiği hayali yazarın buradaki durumuna. Celal, aslında bambaşka şeyler yazmak isterken Türkiyeli okurun talepleri doğrultusunda hep siyaset yazmak zorunda kalan, bunun acısını hafifletebilmek için de, kelimelerini çift anlamlı olarak kullanan, alt metin üreterek ve okuyucusuna oyunlar oynayarak varlığını anlamlı kılmaya çalışan bir köşeyazarı. Michel Foucault’nun “dolambaçlılık” diyeceği bir biçimde metinler inşa ederken, okuru orada “kaybolmaya, kendini bulmaya, ama daha çok bulduğu şeyin artık bir anlamının kalmamasına” (iki tırnak arası bu döngü, bütün Orhan Pamuk romanları için genel bir izlektir) çağırıyor. Orhan Pamuk, Tanzimat’tan bugüne köşeyazarlığı kurumunun bir parodisi olarak kurgulamış bu karakteri. Çetin Altan’a benzerliği de vurgulanıyor son çıkan bir kitapta (Kara Kitap’ın Sırları, YKY) ancak daha ziyade varlığını köşeyazarı-okur ilişkisinden alan bir karakter. Türkiye siyasetinde hep önemli olmuş, “entelektüel” olarak öne çıkmış ve siyasî meselelerde tarafgirlik hususunda pusula gibi kabul görmüş “köşeyazarı” tipolojisinin tarihsel özeti Celal Salik. Biraz da Reşat Ekrem Koçu: Tarihten absürt hikâyeler bulup çıkarıyor. Karakter öncelikle gücünü, insanların hayatlarını “belirleme” özelliğinden alıyor. Ve Pamuk, bu “tayin etme” etkisini, hem Celal-Galip arasındaki usta-çırak ilişkisinde, hem de toplumun geçmişindeki hikâyelerin toplumun geleceğini anlatma kabiliyetinde gösteriyor. Bir başka deyişle insanların köşeyazısı okuyarak kendileri ve yaşadıkları ulus/toplum hakkında “bilgi” sahibi olmaları gibi gazete pratiğinin aslî unsurlarından birisi, burada romanın en “kudretli” elementlerinden birisi oluyor.

Ancak Celal Salik, burada muhtemelen “kudret” kelimesini tercih etmezdi. Zira Orhan Pamuk da bunu bir “tahakküm” gibi görme eğiliminde değildir. Çocuksu bir saflıkla, Pamuk ve Salik, okurlarıyla alay ettiklerini değil, birlikte oyunlar oynadıklarını düşünürler. O yüzden Celal, Radikal’deki yazısında iyi köşeyazısını (kendi üslubunu) şöyle tarif eder: “Ama iyi köşe yazısının anlamı bulduğu suçluda, yakaladığı kabahatte değil, yazarın dikkatinde, kelimelerin işaret etmeden gösterdiği şeyde ve okur ile yazar arasındaki sevgi ve alışkanlık köprüsündedir.”

Okurun, yazara dönüşmesi

Celal’le Galip arasındaki ilişki, malumdur ki, hikâye anlatıcılığı açısından, Mevlana Celaleddin-i Rumî ile Şeyh Galip arasındaki usta-çırak meselesine dayanır. Ancak burada farklı olarak, Galip karısı Rüya’nın Celal’e âşık olmasından ötürü, Celal’e kıskançlıkla karışık bir hayranlık duyar. Bu kıskançlık-hayranlık alaşımı, Galip’in arayışına dair kuvvetlerden birisi olmakla kalmıyor, bu arayışı sonunda “Celal olmak” noktasına vardırıyor. Galip, Rüya’nın daha çok sevdiği o adama dönüşmeye mahkûm, çaresiz bir âşık olarak ortaya çıkıyor. Ve bunu, Celal’in yazılarını okuyarak, onun Şehrikalp Apartmanı’ndaki yazıhanesine girerek, kendi hikâyesini Celal’in nasıl yazacağını düşünerek (“Ne derdi acaba Celal böyle bir hikâye için? İşleri yolunda, dürüst, çalışkan, aklı başında, ölçülü, iyi bir vatandaşımızın çok sevdiği karısı bütün tarihimize ve geleneklerimize aykırı olarak birdenbire kocasını terkediyordu.” (sf. 96).) ve hatta Celal’in köşesini yazmaya başlayarak gerçekleştiriyor.

Galip, Celal olarak yazdığı yazılarda, dikkatli okuyucuların gözünden kaçmamıştır, Rüya’yla konuşmaktadır. Ancak Celal gibi örtük bir dille değil, açık açık Rüya’ya hitap ederek yazmaktadır Galip. Yine Celal gibi “tarihimiz” dediği şeyden, Doğu’dan hikâyelerle kurmaktadır yazılarını ancak Celal’den daha az dolambaçlıdır. Haliyle Celal’in yazarlarıyla kurduğu o “iktidar ilişkisi”ni artık duyumsamayız. Celal’in üst perdeden alaycılığı da giderek çekilir, yerini derin bir keder alır. Ortada yalnızca “hikâye” kalır. Binbir Gece Masalları’nda olduğu gibi, karakterler birbirine dönüşe dönüşe silikleşirken, hikâye sahneyi kaplar. Celal’in ortaya attığı “kendi olmak” meselesi (hiçbir zaman olamamıştır!), Galip’in “Celal olmak/Rüya’nın sevdiği adam olmak” bahsi (hiçbir zaman olamamıştır!), Celal ve Rüya’nın ölümüyle böylece son bulur. Katil, hikâyedir; hikâyenin kestirilemeyen gücüdür yazarı öldüren. 

Arka Kapak dergisi 2. sayı