Haydar Ergülen

Bazı şeyleri, bazı anları, bazı insanları düşünmek de şiire dahil sayılır. Bunu birkaç şair için sık sık düşünürüm. Ece Ayhan, Cahit Zarifoğlu, Cemal Süreya… Hepsini aynı biçimde düşünmek değil söylediğim. Hem zaten bu mümkün de değil. Hep aynı şiirleri, aynı biçimdeki şiirleri sevmiyoruz ki onları yazan şairleri de aynı biçimde düşünelim!

Ece Ayhan’ı bir derviş olarak da düşünebiliriz sözgelimi, hem kendisi de yazmıştı:

Ey imece ile başsız gömülecek derviş

sen kendin o zamandan değilsin

Ya bu hikâyeyi nereden bilirsin?

Ey ustalıkla taşaronluğu birbirine karıştıran ve

Yaşayan okur!

Sen yabancı değilsin bense bir fakir derviş.

Şiiri de bir tür tasavvuftur Ece Ayhan’ın, kendisi de derviş gibi yaşamıştır doğrusu. “Bir lokma bir hırka” sözü de adeta onun için, biçilmiş kaftan olacak değil ya, olsa olsa örülmüş hırkadır. Biz Ece’yi böyle düşündük, böyle bildik, böyle sevdik.

Cahit Zarifoğlu da nev’i şahsına münhasir bir şair. Hayatı film olacaklardan yani. Uçuş kursuna katılması, güreş tutması, Avrupa’yı otostopla dolaşması, ilk kitabını, İşaret Çocukları, yayımlama öyküsü, başlıbaşına bir serüven olan dergiciliği, Zarifoğlu’nu da film kahramanı olarak çıkarıyor karşımıza. Bilmiyorum kim çeker böyle bir filmi? Onur Ünlü çekse, hem “humor” da katar içine, böylece Cahit Zarifoğlu’na da daha çok yakışır. Elbette Yedi Güzel Adam zorlaması gibi bir şey değil sözünü ettiğim, ideolojik bir şey değil yani. Üstelik Cahit Zarifoğlu’nun kitabının adı alet edildi bu diziye de, yazık.

Ve Cemal Süreya. Onun yaşamı da bir dizi olur bence. Her bakımdan Cemal Süreya. Tıpkı kitabının adı gibi 99 Yüz. Sürgün, şair, denemeci, çevirmen, dergici, maliyeci, âşık, ağabey, çocuk, iyi, jest sahibi, centilmen, şövalye, mahcup, Ankaralı, Kadıköylü, efsanevi, yakışıklı…Ahmed Arif’in yakışıklı, hafif, iyi süvari dediği gibi düşünüyorum Cemal Süreya’yı.

Belki de yukarıda gelişigüzel sıraladığım ve sanırım daha önemlilerini de unuttuğum, yazının sonuna doğru hatırlarsam eklerim, vasıflarından, güzel huylarından, niteliklerinden ötürü de onun şiiri gövdesiyle yazdığı gibi bir fikrim var. Burada gövdeden anlaşılması gereken, ruhuyla birlikte tüm varlığı, jestleri, davranışları, sözleri. Beş duyusuyla yazıyor. Tıpkı ruhuyla, gövdesiyle, beş duyusuyla yaşadığı gibi.

Belki de bu yüzden en çok o okunuyor, hayattayken istediği gibi en çok o seviliyor ve en çok onun adına şiirler, dizeler, aforizmalar uyduruluyor. Fiyakalı çünkü. Şiiri de öyle. Fiyakalı bir şiir. Tavlayıcı. Çapkın. Gönülçelen. Göz kırpan. Ayartıcı. Şiirlerinin her biri bir küçük müze. Sanki her sokağa bir müze açmış gibi. Müze duygusu nereden geldi aklıma bilmiyorum, çağdaş müzeler ama, daha popüler olan, renkli, eğlenceli, oyunlu günümüz müzelerinden.

Şairliği ya da şiiri kadar efsane değeri de kazandı Cemal Süreya. Her şey var efsanesinde de, tıpkı şiiri gibi. 32 kısım tekmili birden. “R”leri söyleyememek de kimine sevimlilik katar, kiminin efsanesine yazılır. Onun okur tarafından kendisinin sanılan soyadından attığı “y”den gömleğinin düğmesini diken her kadınla evlendiğine, Dersim’den 7 yaşında sürülmesinden “Mareşal” Muzaffer Buyrukçu’yla birlikte Turgut Özal’a Kadıköy sahilinde birlikte intihar etme önerisine, ölümündeki kuşkulardan oğlu Memo’nun ülkücü olmasına, baba-oğul 3 ay arayla ölmelerine dek; Sezai Karakoç’la arkadaşlıklarına, Mülkiye Mektebi’ndeki yaşantılarına, neredeyse şiirini unutturacak kadar bir efsane birikimi var. Ve tabii tüm efsane oluşumlarındaki gibi göz kamaştırıcı gerçek dışı unsurların fazlalığı, burada da söz konusu. Fransız Yeni Dalga filmlerinden mi aşinayız yoksa “Film Noir”dan bir entelektüel dedektif mi, Mao’nun Kırmızı Kitap’ını da okumuş, kafasında 1956 Macar ayaklanmasını bir büyük istifham olarak gezdiren özgürlükçü sola yakın bir polis. Zaten olsa olsa filmlerde olur. Böyle biri gibi de düşünebiliriz Cemal Süreya’yı. Hep böyle, yani gerçeküstü olması da kaçınılmaz. Gelecek kuşaklar neler ekleyecekler bakalım Cemal Süreya efsanesine?

Geçmişi de gelecek gibi düşünme huyu. Sanki geçmiş de yeniden gelecekmiş ya da bir tür gelecekmiş gibi, tıpkı kendisinden sonra gelenlere baktığı, dikkat ettiği ve şiirini, efsanesini teslim edeceği, emanet edeceği gibi, öncekilere de baktı. Öncekiler de ona emanet edilmiş gibi davrandı, bu ona sorumluluk kazandırdı. Dağlarca’dan Cahit Külebi’ye, Ahmed Arif’ten Ülkü Tamer’e beş benzemezi bir şair olarak okumanın ve yazmanın ardında, devralınan mirası korumak ve aynı zamanda bu mirası geleceğe de açmak arzusu yatar.

Şiirinin bir şefkat arayışı olduğuna dair de güçlü kanıtlar var. Bunlardan en bilineni, Cemal Süreya’nın herkesi sevme çabası, arzusu, isteği, telaşı. Özellikle şairleri… Şairler onun geleceği gibi. Belki de bu yüzden ve bilerek yarım bıraktı şiirini. Yaşamaya duyduğu arzuyu şiirle saklamak istedi, şiire saklamak istedi. Bu “iştah”a rastlanır yine de dizelerinde. Ama o iştahlı görünmek istemedi. İlhan Berk açık bir defter gibiydi, her şeyi açık açık yazdı ve yaşadı, buna doymazlığını da hiç çekinmeden kattı, “Ben bir anlatı doymazıyım,” dedi. Cemal Süreya ise bir “yaşama doymazı” olduğunu söyleyemedi, bunun “arsızlık” diye anlaşılabileceğinden çekindi. Ona yakıştırılan “mahcupluk” biraz da bu yüzden olsa gerek.

Gençlik arkadaşı, şair arkadaşı ve mahcuplukta birbiriyle yarışan iki arkadaştan biri olarak Sezai Karakoç’un “Sen kaç köşeli yıldızsın?” dizesi Cemal Süreya için de yanıt yerine geçebilir. 

Arka Kapak dergisi 16. sayı