Volkan Zamanoğlu

Sultanmurat; Aytmatov’un savaş kokan öyküsü, yarım bırakılmış bir hikâye. Hemen yanında yaralı yatan atın hatırasını, karşısındaki aç kurttan korumaya çalışan, tek silahı elindeki gem, savaşın yorduğu bir çocuk Sultanmurat. Babası cepheden dönmemiş henüz, annesi evde iyileşmemiş. Sevdiği kız Mirzagül, köyünde… Ama yazar kesiyor öyküyü; atın yarası kanıyor öykünün kesildiği yerden.

Mümkün sonların hepsini istediğinden olacak, hiçbirini yazmaz Aytmatov. Hiçbir söz her şeyi anlatacak güçte olmadığından susmayı tercih eder. Bu, Sultanmurat’a Mirzagül’e mektup yazdırmayan sebeple aynıdır. “Yazacak bir şey bulamadığı için değil, aksine her şeyi birden anlatmak istediği için yazamıyordu.” Oysa Sultanmurat’ın kelimeleri Aytmatov’unkiler kadardır. Bir mektubu yazamıyorken, sonu nasıl yazılabilir? “Bir eserin görevleri arasında okuyucuya düşünme payı bırakması da vardır.” der Cengiz Aytmatov bu konuda. Ve şöyle bir ipucu bırakır: “Her yazar kendi özünü, halkını eserlerine en iyi aktarır, en iyi onları anlatır. Sultanmurat da biraz benim.”

Bu itiraf, yazar ve kahramanın hayatlarını birbirine yaklaştırırken Sultanmurat’ın eksik sayfası tamamlansın ister. İkisinin de üç kardeşi, hasta anneleri, savaş dolayısıyla başlarında olamayan babaları var. İkisi de okulu yarım bırakmak zorunda kalmış. İkisi de atlarla iç içe, aynı yerde büyümüş. İkisi de savaş çocuğu. İkisi de âşık.

Cengiz Aytmatov dokuz yaşında iken, babası evden apar topar götürülür. Seneler süren endişeli bir bekleyiş başlar. Babasının öldüğünü henüz öğrenmemiş tüm çocuklarda olduğu gibi: “Ufacık bir umuttu istediği. Yakında dönemeyecekse bile, sağ olduğunu öğrenmek yeterdi ona.” Bu yüzden uykuya dalmadan önce “dünyada babaların olması ne iyi” diye düşünen, dönmesini kendisinden çok kardeşi için isteyen çocuk da kahraman değil yazardır. Babasının kurşuna dizilen cesedi seneler sonra toplu mezarda bulunur Aytmatov’un. Bu bilgi, öyküyü kesen bıçağın cephede bıraktığı Sultanmurat’ın babası için kötü haberler fısıldar. Dönmez der, çoktan vurulmuştur, şehittir, cesedi toplu mezardadır. Üstelik, Aytmatov’a alın yazısının getirdiği bu ses, Sultanmurat’a Aytmatov’un kaleminden gelir. Savaşı yararak, ölümün arasından… Muhtemel ki bunu işitmemek ve duyurmamak için babadan habersiz bitirir öyküyü Aytmatov. Başkaları da yarım kalır.

Cengiz Aytmatov çocukken, ahırlarındaki gebe ineğin bakımından sorumlu tutulur. İnek gebedir ve tüm aile kavuşacakları sütün, yoğurdun, kaymağın hayalini kurmaktadır. Savaşın kıpkızıl günlerinde beyaz bir düştür bu, hayati önem taşır. Bir gün Aytmatov ahıra gittiğinde ineğin çalınmış olduğunu fark eder. Ailesi bunu öğrendiğinde hasta annesi ve kardeşlerinin yüksek sesle ağladığını söyleyen yazar o günü şöyle anlatır: “Hiç abartmadan söylüyorum ki bu olay bizim için, güneşin bir daha doğmamak üzere batması ve sonumuzun gelmesi gibiydi.” Savaş yıllarında kaybetmenin bu türlüsünü de çocuk yaşta tecrübe etmiş olur. Bu yüzden Sultanmurat’ın ellerini bağlayıp atını çalarlar ve yazar kahramanı için “Düştüğü kötü durumdan, hiddetten, hırstan yüreği çatlayacaktı.” der. Bu his aynıdır. İntikamı alınmaz. Köyün traktörcüsünden aldığı tüfekle yollara düşen Cengiz Aytmatov’u yaşlıca bir adam yolundan çevirir çünkü. “Öldürme!” der, “Oğul, evine dön.” Sultanmurat’ın hırsızları yakalamasına ise Aytmatov engel olur. Bir koşuşturma, boğuşma tasarlar ve babasının atı vurulan Sultanmurat’ı yerde acıyla bırakır. Savaştaki tüm acılar gibi bunun da karşılığı olmaz.

Cengiz Aytmatov, savaş yüzünden okul çağında çalışmak zorunda kalır. Köyde Rusça bilen erkek kalmadığından, on dört yaşında cepheden gelen mektupları tercüme eder; ölüm haberlerini ailelere ulaştırır. “Sizin oğlunuz şurada, sizin oğlunuz burada öldü” der asker olmaya yaşı yetmediği için. Defalarca. Acı habere inanmayan aileleri ağlaya ağlaya ikna etmeye çalışır. İstemeden başardığıdır bu. Sultanmurat da savaş yüzünden sınıftan çıkarılır. Genç ve yetişkin erkekler savaşta olduğu için cepheye buğday yetiştirmek ona ve arkadaşlarına düşer. “Hem ölenlere hem de yaşayanlara karşı sizden sorumluyum.” diyen öğretmen, hepsinin hocasıdır. Okulları yarım kalır.

Cengiz Aytmatov’un yazdığı öykü 1943’te, İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçer. Kırgızistan, Rusya’nın baskısı altındadır. Askerleri Almanlara karşı savaştırılır ve müttefikler kazanır. Kırgız Türkleri için kazanan tarafın sömürgesi olmak, zafer anlamına gelmez. Zira ne için öldüğünü bilmeyen askerlere kazanmak da kaybetmek de birdir. Böylece yazarın içinde yaşadığı savaş netice kazanırken, kahramanın kıyısında çırpındığı savaş yarım kalır. Oysa savaş birdir.

Yazının orta yerine bir kuş konuyor şimdi, olan bitene ilgisiz. Bozkırlardan beri kanat çırpmış ama yorgunluğunu hissettirmeden şakıyor. Kahramanlardan birinin dediği gibi; “Herhâlde dünyanın bütün bıldırcınları mutluydular.” Bir sayfaya bile fazla gelen savaşı unutturmak için, öykünün içinden şunu getirmiş: “…Bu kuş kendisini bir sarı aygıra binmiş, düğüne gidiyor sanıyormuş. Ama düğün uzaktaymış ve bir türlü varamıyormuş. Onun için de “Sarı aygır tçu tçu!” diye bağırırmış durmadan.” Öyküsü yetmeyince tekrar havalanıyor kuş. Yazının ortasına girmekle iyi edip etmediğini bilmeden kanat çırpıyor. Zorlansa da devam etsin istiyor çünkü. Sultanmurat’ın eksik sayfası tamamlansın.

Cengiz Aytmatov evlenir; dört çocuk sahibi olur. Adı, savaş kadar sevgiyle de anılır. Bir röportajında Mustafa Çetin’in “Mirzagül, o zamanlar sizin sevgiliniz miydi?” sorusuna şöyle cevap verir: “Çocuktuk o zamanlar; olabilir.” Böylece araladığı kapıdan kahramanın mutluluğu izlenebilir. Zira öyküsünü yarıda kesen bir yazar için tesadüf kabul edilemeyecek bir detay vardır Aytmatov’un kaleminde: Kahramanlarını sohbet ettirdiği bir sırada Sultanmurat ile Mirzagül’ü, Manas Destanı’ndaki Ayçörek ve Semetey’e benzetir. Bu benzetme, iki aşığın mutluluğuna işaret eder. Belki dört çocukları olacağına…

Çocuk yaşta savaşı gördüğü için yazar olduğuna inanan Cengiz Aytmatov, çok istemesine rağmen akademisyen olamaz. Birilerince “vatan haininin oğlu” diye anılması engel olur buna. Kendini ifade etmek için başka bir yol arayışına girip “yazı”ya sığınır. Savaşı yazarak anlatmak ister. Öyküleri peş peşe gelir. Sultanmurat ise yarımdır, bile isteye tamamlanmaz.

Yazının ortasına konup savaşın yükünü hafifletmek isteyen kuşun sahibi, yazının sonuna doğru kuşu kadar habersiz gelip anlatmaya başlıyor: Doğa kıpırdıyor yeniden. Öykü bitince yeniden doğuyor güneş. Aç ve saldırgan bozkurdu atlatan Sultanmurat, güneşi görüyor öykünün bittiği yerden. Kurtla dövüştüğü için paramparça fakat sağsalim. Gözyaşları diniyor. Atın bedeniyle vedalaşıp anılarına sarılarak evine dönüyor. Babasını yitirdiği savaş bitince okulunu tamamlıyor. Annesi, sırf anne olduğu için, iyileşiyor o günlerde. Okul bitince Mirzagül’ü istiyorlar. Manas Destanı’nı andırır bir düğün yapılıyor. Bu evlilikten, savaş görmeyecek dört çocuk geliyor dünyaya. Bu sırada Sultanmurat yazar olmak, savaşı yazarak anlatmak istiyor. Önce bir öykü yazıyor. Öykünün kesildiği yerden atın yarası kanamıyor. Sonra güzel bir dörtlük:

“Ben sonsuz mavilerde uçan gök güvercin

Sen de kanadın kanadımda uçan eşimsin.

Daha büyük mutluluk yoktur dünyada

Sevdiğiyle yan yana, hep yan yana uçmaktan.”

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 26.sayısında yayınlanmıştır.