Süleyman Doğru

Ben çevirmenleri Babil Kulesi efsanesinde Tanrı’nın lanetine uğrayarak farklı diller konuşmaya mahkûm edilen ve artık birbirleriyle anlaşamaz hale gelen değişik kavimleri bu lanetten kurtarmayı kendine görev edinmiş cengâverler olarak görüyorum. Çevirdiğim her metnin farklı kültürler, inanışlar, alışkanlıklar arasında bir köprü teşkil edeceğini ve bu sayede dünya üzerindeki insanların birbirlerine birazcık daha yaklaşacaklarını hissederek çalışıyorum. Bu benim için kuşkusuz en büyük motivasyon kaynağı, şu ana kadar çevirdiğim kırk küsur kitabın Türk insanının başka kültürlere yönelik empatisine çok çok küçük de olsa bir katkı sağladığını düşünüyorum.

Kanımca edebi çeviri uğraşını en güzel özetleyen deyim “iğneyle kuyu kazmak”. Binlerce paragraf, on binlerce sözcükten oluşan bir kitabı metnin özüne tamamen sadık kalarak satır satır çevirmenin ne kadar zorlu bir uğraş olduğunu takdir edersiniz. Çevirmenler edebiyatın ırgatlarıdır, hiçbir güvenceleri yoktur, bu iş için ellerine geçen parayı o çeviri için harcadıkları zamana bölseler ortaya acınası sonuçlar çıkar, saatlik ücretleri belki en alt gelir grubunun da altında rakamlara denk gelir. Bu durumda aklınıza doğal olarak, onca çevirmen neden bu işi yapmaya devam ediyor, sorusu gelecektir. Cevap basit: Edebiyat tutkusu ve manevi tatmin; birçok çevirmen hayatlarını başka işlerden kazandıkları parayla idame ettiriyor ve uykularından ya da sosyal hayatlarından feragat ederek tutkuyla bağlı oldukları bu işi sürdürebilmenin bir yolunu buluyorlar. Bir yabancı dile, edebi çeviri yapabilecek düzeyde hâkim olan bir çevirmen, diğer çeviri alanları dururken neden çok daha meşakkatli olan edebi çeviriye yönelir? Bu seçimin sebebi, edebi çevirinin ortaya kalıcı bir eser çıkarmasıdır. Diğer tüm çeviri biçimleri çok kısa ömürlüdür, çevirmene bir eser yarattığı hissi vermez, çoğu zaman varlığıyla yokluğu birdir. Üretilmesiyle tüketilmesi neredeyse eşzamanlıdır. Oysaki çevirdiğiniz bir kitap uzun yıllar elden ele dolaşacaktır.

Edebi çeviri bir bakıma çok ayrıntılı bir okumadır. Çevirmen, bir okurun normalde üzerinde fazla durmadan geçeceği küçük, cümle arasına sıkışmış ayrıntılarla saatler, günler geçirmek zorunda kalabilir, zira yaptığı işin etiği bunu gerektirir. Anlayamadığı, tam emin olamadığı bir ifadeyi, sözcüğü, cümleyi geçiştiremez, yok sayamaz, arada kaynatamaz. Araştıracak, sağa sola soracak, kafa patlatacaktır. Bazen de bir cümleyi yanlış anlayabilir, gerçekte olduğunun tam tersi bir anlamda çevirebilir. İşte bu noktada çevirinin yapıldığı dilleri en az çevirmen kadar iyi bilen bir redaktör devreye girer, gözden kaçan unsurları o yakalar. Bütün bu aşamaların ardından son okumayı yapacak olan engin edebiyat kültürüne sahip bir ya da iki kişi metne son şeklini verecektir. İşin ideali budur ve ne mutlu ki böyle çalışan yayınevleri var.

Ülkemizdeki genel çeviri kalitesinin çok yüksek olmamasını her şeyden önce yayınlanan kitap sayısıyla iyi çevirmen sayısı arasındaki büyük uçuruma bağlıyorum. İyi çevirmenlerin elinde her zaman çok fazla iş oluyor ve yayınevleri bulabildikleri herhangi bir çevirmenle işi kotarmak zorunda kalıyorlar. Çoğu yayınevinde editörler ve redaktörler çevirinin yapıldığı dile yeterince hâkim olmadıkları ya da o dili bilmedikleri için, gelen kötü çevirinin orası burası biraz düzeltilip yayımlanıyor. Bu konuda ilginç bir anım var: Henüz çevirmenlik yapmadığım bir dönemde Türkçe çevirisinden okuyup çok beğendiğim klasik bir yapıtı yıllar sonra çevirmem teklif edilince orijinal metinden okumuş ve çok şaşırmıştım. Çünkü iki metin arasında uzaktan yakından hiçbir ortak nokta yoktu. Bunun üzerine, acaba yanlış mı hatırlıyorum diye iki metni yan yana koymuş ve hayretler içinde kalmıştım. Orijinal metinle hiçbir alakası olmayan o çevirinin baskı sayısı sanırım yetmiş civarında ve yakın zaman önce edebiyatla ilgilenen insanlar arasında yapılan geniş kapsamlı bir ankette gelmiş geçmiş en iyi çeviriler arasında kendine üst sıralarda yer buldu.

Çeviri kurumunun uygarlık açısından ne kadar büyük bir önem taşıdığını anlamak için insanlığa feyz vermiş, fikirleriyle öncülük etmiş büyük yazarları düşünmek yeterlidir. Tahmin ediyorum ki onların tümü, eserlerini kaleme aldıkları dildekinden çok daha fazla sayıda okuru çevrildikleri dillerde bulmuş ve bu sayede tüm insanlığa mal olmuşlardır. Satırlarıma, kurulmasıyla birlikte edebi çevirmenliğe kurumsal bir yapı ve örgüt şemsiyesi kazandırmış olan Çevirmenler Birliği ÇEVBİR’in bir sloganıyla son vermek istiyorum: Biz çevirmezsek Dünya dönmez! 

Arka Kapak dergisi 35. sayı