Sabri Gürses

Edip Cansever’e…

Çeviri otel odası gibidir; kiminde jakuzi bulunur, kiminde banyo perdesi. Cervantes şehrinde Don Kişot semtine, Dostoyevski şehrinde Suç ve Ceza semtine, Kafka şehrinde Metamorfoz semtine yapılmış sıra sıra oteller… Ve sonra hiç duymadığınız yepyeni yazar semtlerine ya da yerel halkın çok sevdiği ama Cervantes kadar ünlenmediği için bilmediğimiz, ancak yeni bir çeviri bahsedince, o şehre gidince öğrendiğiniz yazar otelleri – Juan Rulfo gibi – … Okuma seyahatine çıkmadan önce telefonlar eder, o dili bilen, konuşan, o şehirde yaşamış olanlardan, o otellerde kalmış olanlardan öneriler alır, internet sitelerindeki fotoğraflara bakar, bir semtte bir otel odası ayırtırsınız ve giysi dolu bir bavulu sürükleyerek, yalnız ya da ailenizle birlikte uzun bir yolculuktan sonra otele varırsınız. İlk izlenimler, otel çalışanları, yatak, yabancı televizyon, odanın manzarası, ikramlar… Bazı otellerde jakuzi vardır, kaldığınız sürede belki keyfini çıkarır, otele bir daha gelmeye, oteli arkadaşlarınıza önermeye ya da belki bir dahaki sefere çocuk olmadan yalnız gelmeye karar verirsiniz; bazı otellerde de eskimiş ama kullanışlı bir küvet, iç karartıcı renkte, küvetle klozet arasında dans eden bir banyo perdesi vardır, bir daha iyi bir seçim yapmaya ve tekrar gelmemeye karar verirsiniz. Bazen de pencerede öyle bir manzara vardır ki her kusuru unutturur, odayı sevdirir, bir daha gelmemek aklınızdan geçmez. Böylece zamanla bir kütüphaneniz olur.

Her çeviri öyle böyle bir yere götürür. Eleştirmenler istedikleri kadar çevirileri kıyaslayıp okuru yönlendirmeye çalışsın, bir eserin gençken okudukları eski çevirisinin iyi yanlarını övüp yeni çevirisinin yadırgadıkları iyiliklerini görmezden gelsin; ya da ilk kez yapılmış bir çevirinin arkasındaki çevirmenin ya da editörün yazarı kat kat aşan başarısını dile getirmeyi, sırf bir yazarı övmek, o yazarı, yeni bir dilde yazanları övmekten daha prestijli olduğu için ihmal etsin; yine de okur uygun bir otel odası bulur, seyahat edeceği yere seyahat eder. Okurun deneyimi her zaman önde gelir; eşsiz, beklenmedik ve benzersizdir. Belki eleştirmenin söylediğini yapıp ideal bir turist olur, belki son anda bulduğu bir otel odasının karşısındaki şarkılı türkülü bir lokanta ona bütün eleştirileri unutturur, kim bilir. Ünlü okurlardan John Berger bir söyleşisinde, en sevdiği şairin Nâzım Hikmet olduğunu söylüyor; onu ilk kez nerede okumuş, nasıl okumuş kim bilir. Umberto Eco bir karşılaşmalarında Yaşar Kemal’e İnce Memed’i üç kez okuduğunu, Nobellik olduğunu söylemiş – üç kez! Bu yazarların bu okurları etkileyecek kadar iyi çevrilebileceğini, onların bu otel odalarında bütün beklentilerini bulduklarını hayal etmek mümkün mü? Ama otel odalarından hoşnut kalmışlar. Genellikle otel odasını, çeviriyi abartırız gözümüzde. Sonuçta okur-yolcunun beklediği ve yaşadığı şey bir uzaklaşmadır, yaşadığı yerden uzaklaşmak ve başka bir şey yaşamak isterken odadaki bir yatak ve sıcak su ona yetebilir, sonuçta bütün gününü otel odasında geçirmeyecektir.

Çeviriyle otel odası arasındaki metafor ilişkisini trajigrotesk haliyle görmek için, Bulgakov’un 1920’lerin sonunda yaşadıkları örnek olabilir. Ekim Devrimi’nin, kendisi gibiler için (Bolşevik polise verdiği ifadelerden birinde, “Ben entelektüelleri, orta sınıfı anlatabilirim, ancak onları tanıyorum, onlar ilginç geliyor bana.” der) sevimsiz bir hal aldığını anlayınca, yazar olarak yaşayamayacağı ülkeden ayrılmak, kısa süreliğine de olsa uzaklaşmak için yöneticilerden, bizzat Stalin’den sürekli izin ister. İzin verilmez. Sonra, piyeslerini sahneletmek için uğraşırken, Avrupa’da eserlerinin çevrilip yayınlandığını, hatta birinin Bulgakov’un temsilcisiyim diyerek çeşitli yayıncılarla anlaşmalar yaptığını öğrenir. Fransa’ya gitmeyi başarmış olan kardeşine peş peşe mektuplar yazar, teliflerini takip etmesini ister. Yani Avrupa’da gidemediği, sahibi olsa da gelirini alamadığı otel odaları vardır ve o sırada Rusya’da sonsuz kaygılar içindedir (“Bırakın beni, ben buraya uygun değilim!” diye seslenir mektuplarında). Bir mektupta kardeşinden rica eder, “Git, Moliere heykeline bak, bana o semti yaz, şu Moleire uzmanlarına benimle irtibat kurmalarını söyle!” Moliere’in Rusya’daki çevirileri, otel odaları yetmez ona, gidip Paris’te gerçek bir otel odasına yerleşmeye, Moliere’in heykelini ve vatanını gözüyle görmeye ihtiyacı vardır. (Tıpkı Üstat ile Margarita’da, şeytanın hizmetkârı profesör Woland’ın Moskova’da bir otel odasına yerleşmek yerine, kafası kopan yazar Berlioz’un evine yerleşmesi gibi.) Heykelin yazdığı biyografi için neden gerekli olduğu bir muamma, ama okur-yazar Bulgakov’a çeviri-otel odaları da, Moliere’i kendi dilinden okumak da yetmez, Paris’te somut bir otel odasına ihtiyacı vardır yazmak için. Ama Bolşevikler bu ihtiyacı kabul etmez; ona sipariş edilen Moliere biyografisi de sıradışılığı yüzünden kabul edilmeyecektir.

Biraz nükteyle söylersek, Bolşevikler gibi günümüzün birçok yayıncısına da düzgün bir çevirinin en önemli ön koşullarından birisinin, çevirmenin çevirisi yapılan eserin vatanında, bir otelde (ya da mümkünse başka bir yerde) bir süre konaklaması olduğunu kabul ettirmek zor hatta imkânsızdır. Ucuz çeviri diye tabir ettiğimiz ikinci, ara dilden yapılmış çevirilerin, öğrenci gençlere yaptırılan çevirilerin temel sorunu budur; çevirenler o dilin ikliminde, vatanında yeterince kalmamıştır, o yüzden de kaçırdıkları çok şey olur çeviride. Çevirmenin eserin vatanına seyahat etmesi çok önemlidir. Elbette seyahat etmeden de çeviri yapılır, ama seyahat her şeyi değiştirir; astronomlar evrenin derinliklerine seyahat etmeden, gözlem araçlarıyla uzayı bizim dilimize çeviriyorlar, ama Mars’a seyahat edip oraya yerleşmek mümkün olduğunda kimse oraya gitmeden önceki Mars kitaplarını okumayacak.

Elbette çeviri gibi akıl işlerinde seyahat fiziksel karşılığından çıkıp daha karmaşık ve zengin anlamlar kazanır; çevirmenin seyahatinin fiziksel olması idealdir ama zihinsel seyahat bunun eksikliğini tamamlayabilir ya da yerine geçebilir; antik dillerden yapılan çeviriler bunun en parlak örneği – çevirmenin fiziksel olarak seyahat edebileceği yerler her zaman eserin tarihsel iklim ve vatanının koşullarına karşılık gelmez. Fakat çevirmenin eserin dilinde sürekli, uzun yıllar süren zihinsel seyahat halinde olması o koşulların vekil olarak karşılanmasını sağlar. Bu da her koşulda bu seyahatlerin bedelini ödemeye hazır yayıncıları ve tabii, okurları gerektirir. Ve ne yazık ki yayıncılar, Bolşevik merkezi kültür planlaması modelinden çok şey öğrenmiş gibi görünen, yazar ve çevirmenlerinki gibi zihinsel emek değerlerinin çok devingen olduğu bir global kültür piyasasında, çevirmenlerin (ve yazarların) seyahat masrafları bir yana, geçim masraflarını bile üstlenmezler. 500 sayfalık, beş altı ayda tamamlanması sağlıklı olacak bir kitap çevirisi için çevirmenin aylık ödeme alabilmesi, bu ödemenin onun ev giderlerini karşılaması mucizedir; genellikle iş bittikten, kitap basılıp biraz para kazandıktan sonra ödemeyi teklif ederler; aylık ödeme mucizesini de ancak uzun yıllar çeviriyle yaşamış, belli bir dilin içinde çokça seyahat etmiş, (dilimize aktarılamayıp kavranması güç bir realia, yani çevrilmesi güç bir kültür olgusu olarak kalmış bir sözcükle) “profesyonel,” yani meslekten bir çevirmen yaşayabilir. O da, belki, tesadüfen. Bir zamanların popüler Fransızca çevirmenlerinden Vedat Gülşen Üretürk’ün yaşlılığında bile Cağaloğlu yokuşunda yayınevlerini gezip yeni çeviriler önerdiği anlatılır; ya dilsel yeteneklerini kullanmaya olan tutkusu yüzünden, ya da geçim derdinden, kim bilir. Ama, çevirdiğinden çok çok daha az çevirisi yayında kalmış olan Üretürk’ün hayatındaki seyahatlerin tarihini incelemek örnek bir çevirmen psikobiyografisi olurdu; sahaflardan toplanan kitaplarla yapılmış hayali Paris yolculukları mı, yoksa çeviriden kazanılan somut bir seyahat mi daha etkiliydi meslek hayatında? Sabahattin Ali, en çok satan romanında, bir ofis çevirmeninin hayatının en önemli olayının başarısız bir Avrupa seyahati olduğunu anlatır.

Ama elbette seyahatin çok daha maliyetli, daha meşakkatli olduğu bir tarihten geldiğimizi unutmamak gerek; çeviri otel odası gibidir derken, şehir merkezlerinin turizme, sarayların müzelere terk edildiği, sahillerden yeraltına dek her yerin otelleştirildiği günümüzün kavramlarıyla konuşuyoruz. Puşkin de “Çevirmenler edebiyatın posta atlarıdır.” diyordu ve artık posta atları gece gündüz film seyretmemizi, çoksatar okumamızı, uzaklardan gelen malların kılavuzlarını anlamamızı sağlıyorlar elektron hızıyla. Bu yeni dünyada az seyahat ederek çeviri yapılabilir mi; internetten tanıdığı yabancı dil dünyasıyla çevirmen iyi bir iş çıkarabilir mi, bir Rusya ormanı görmeden, gezmeden o ormanı anlatabilir mi? Daha da önemlisi, kendi dilinin ülkesinde yeterince seyahat etmeden o dilin zenginliğine hâkim bir çeviri yapabilir mi çevirmen? Yapabilir, sonuçta edebiyat yerellikler değil ulusal ortaklık üzerinde yükselir, fakat sözgelimi Mehmet Özgül gibi bir üstadın çevirilerine kattığı Ege sözcükleri çeviriler yoluyla ulusal dili zenginleştirmedi mi? Seyahatler kesinlikle lâzımdır, yurtta, yurtdışında, akılda.

Otel odaları metaforu çevirinin metamorfoz ya da Ali Cengiz oyunu gücünü de ifade eder. Başka bir ülkede başka bir dille kuşatılmışken kendinizi bir ara konumda, oralı ama daha fazla bir şey, bir başkası, öteki olarak hissedersiniz ve bu yabancılık-yenilik hissi, tabii iyi koşullarla gittiğinizi varsayarsak, bir üstünlük hissiyle iç içedir. Başka bir dile geçen eserin (ve yazarının) hissettiği budur. O dile yeni şeyler katacağını, o otel odasından yepyeni kimliğiyle çıkıp şehre karışacağını düşünür. Fakat bazen otellerde kimlikler karışır, karıştırılır, otel işletmeleri marka değiştirir. Rivayete göre Edip Cansever’i bir çevirmen Kuzey Amerika’da kendi ismiyle yayınlamış ve epey de beğenilmiş; o çevirmen-yazarı çevirsek yine Cansever olur mu? Don Kişot’u mu örnek almış o çevirmen? Kim bilir. Sonuçta çeviri seyahat için şartken, seyahat de çeviri için şarttır. Her çevirmen bir otel odasına ihtiyaç duyar başka bir ülkede, çünkü o da yazar. 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 26.sayısında yayınlanmıştır.