Nami Başer

On çeviri ve beş redaksiyon sonrasında, çeviri üzerine bir iki ilkeye parmak basmak gerekirse, şunları öne sürebilirim:

Birincisi kendi kendime, yazar Türk olsaydı acaba bu söylediğini nasıl dile getirirdi, diye sorarım. Böylece “çeviri kokuyor” diye bir eleştiriden (başkalarının çevirilerine en çok böyle karşı gelirim) kaçındığımı düşünürüm. Buna somut bir örnek verebilirsem, neyi kastettiğim daha kesin bir açıklamaya kavuşur sanırım. Jean Genet’nin Zenciler’’ini çevirdiğim zaman metni bir kere çevirdikten sonra, Galatasaray Üniversitesi tiyatro kolu olarak bu oyunu aynı zamanda sahneye koyuyorduk. Ama provalar sırasında oyuncuların bazı cümleleri telaffuz ederken güçlük çektiklerini saptadım. Çeviri içerik olarak doğruydu ama oyuncunun o cümleyi söylediği  sırada -içlerinden birinin dediği gibi- dili dönmüyordu. O zaman oturup aynı cümleyi Türkçeye yeniden çevirmeye başladım. İçerik aynı kalıyordu ama Türkçeye özgü bir deyiş kazanıyordu.

Elbette bu nokta bir tür sırat köprüsüdür. Türkçe’ye yaklaştırırken, bu sefer de metni kendi dilinden tamamen uzaklaştırabiliriz. Şiirde bu durum daha tehlikeli. Kaynak dilde hiç kullanılmayan bir takım sözleri eklemek bir yere kadar kabul edilebilir çünkü şiire özgü vezin ve kafiye zorunlulukları böyle bir tutumu gerektirebilir ama bunda da elbette bir ölçü gerekir. Her dilin kendine özgü bir dehası vardır. Onu yakalayabilmek bir yandan esinle ilgilidir, bir yandan da bildiğiniz dillerdeki uygulama, çalışma, alan çokluğuyla.

Dilbilgisine anlam ve işlev ayrımını getiren Stoacılar, lekton diye bir kavram geliştirmişlerdir. Lekton, “denilen” anlamına gelir. Yapısalcılık akımı yapıların değişimini, özneler tarafından kullanımını dışarıda bırakıyordu. Bu açmazdan çıkmak için Fransız dilbilimci Emile Benveniste, bu Stoacı kavramı tekrar gündeme getirdi. Latinceye çevirisinden Fransızcaya geçen “ énonciation” deyimini bunun için, sadece dediklerimiz, ağzımızdan çıktığı gibi ya da yazdığımız gibi olan kısmına da “ énoncé” adını verdi. Niye bu kavramların fransızcalarını yazıyorum? Çünkü bunlara karşılık olarak önerilen “sözcelem”, “sözce” gibi canavar olarak nitelediğim kavramları sevmiyorum. Bu iki kakafonik ve ukala havadaki deyimden, Türkçe çevirilerin en önemli iki sorununa geçeceğim:

1) 1932’de başlayan öztürkçecilik hareketine karşı değilim. Tarih içerisinde bir zorunluluktu. Bu aşamada da”  günaydın “ dahil bugün de kullandığımız, dilin dehasına uygun bir çok sözcük bulundu. Ama 1941 yılında toplanan heyetin felsefe ve sosyal bilimler konusunda önerdiği sözler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Diyalektik yerine eytişim, kategori yerine ulam bana hiç akıl kârı gibi görünmüyor. Bu inat yüzünden felsefe, sinema, sosyoloji alanlarındaki çeviriler tepeden inme, ukala, sözüm ona bilimmiş gibi duruyorlar. (Claude Lévi-strauss, Roland Barthes, çok havalı, eğlenceli bir tarzda yazarlar. Oysa bunların çevirileri sadece öğretici, dogmatik, sıkıcı ve ders kitabı özelliğinde.)

2) Demin “sözcelem” örneğini kasten seçtim. Benim çevirdiğim Elizabeth Roudinesco kitabı olan İçimizdeki Karanlık Yan da bu sözcüğü bulacaksınız. Ben mi kullandım? Hayır. Redaktör,  sözcelemin artık yerleştiğine inandığı için kullanmış. Başka bir çevirimde hiç kullanmadığım “tin” de ortalıkta. Yayınevinin politikasına göre öyle çevrilmeliymiş.

En beğendiğim çevirilerden bir demet sunarak bu sözlüğü şimdilik bitireyim (Kaynak metinle karşılaştırdıktan sonra seçtiğim metinler söz konusu).

Hüseyin Demirhan – Devlet – Platon

Nurullah Ataç – Tehlikeli İlşkiler – Laclos

Roza Hakmen – Kayıp Zamanın İzinde – Proust

Hüseyin Cahit Yalçın – İzlanda Balıkçısı – Loti

Kamuran Şipal – Şato – Kafka

Arka Kapak dergisi 31. sayı