Fuat Sevimay

Çevirmen, anlamı çoğaltan kişidir. Yazarın kendi dilinde yarattığı duyguyu, kendi diline aktaran ve bu yolla kültürel birikime katkı koyan kişidir. Bakın bu son cümlede “kendi dili” ifadesini iki kez yineledim ki iyi editör, bu cümleye müdahil olabilir. Oysa benim bile isteye yaptığım bir eylemdi bu. Çünkü çevirmen işe, herhangi bir metni iki yönden, yazar ve dil üzerinden kişiselleştirmekle başlar. Ve sahiplendiği kendi yazarıyla kendi dili arasında, sağlam ve dengeli bir köprü kurması gerekmektedir.

İşe önce yazarla özdeşleşmekle başlarız. Metnin duygusunu yakalamak için yazarın duygusuna ve düşünce iklimine hâkim olmanın önemine inanırım. Çevirmenin her şeyden önce, yazarın sularında yüzebilmek için ele alacağı yazarı tanıyıp bilmesi gerekir. Gabriel Garcia Marquez çevirmekle Ursula Le Guin çevirmek asla aynı iş değildir çünkü. Oğuz Atay okumakla Ahmet Hamdi okumanın farkı gibi…

Ardından “yabancı” yazarın yabancılıktan çıkarılması işi gelir. Çeviri işinde zurnanın zırt dediği yer burasıdır ve tam da bu aşamada çevirmenin üslubu devreye girer ve çevirmen, gölgede kalıp nitelikli sözlük hizmeti vermek veya yazarla birlikte yürümek ve kendi dili ve kalem oynatma becerisi lehine inisiyatif almak arasında tercihini ortaya koyar. Çevirmenler arasında çokça tartışma konusu olan bu iki bakış açısının her ikisine de saygım sonsuz, yeter ki çevirmen, hangi bakış açısını neden tercih ettiğinin bilincinde olsun ve ona emanet edilen iki çok önemli öğenin, yazarın ve kendi dilinin hakkını verebilsin.

Yine de merak eden olursa ben biraz daha inisiyatif alma taraftarıyım. Eğer yaptığınız işte yetkin olduğunuzu düşünüyorsanız Türkçenin imkânları dâhilinde elinizi geniş tutmanın metne lezzet kattığını düşünmüşümdür hep. Okur haklı olarak, yabancı yazarın cümlelerinin Türkçeleşmesi sonrası çevirmenin işinin sona erdiğini düşünebilir. Ama hayır, iyi çevirmenin maharetini ortaya dökeceği aşama belki de en çok bundan sonrasıdır. Çünkü çevirmen biraz da editördür ve kaba çevirisi biten metni birkaç okumayla, tertemiz hale getirmekle yükümlüdür. Bu arada yabancının kökenindeki “yaban” ne hoş kelimedir, değil mi? Vahşi değildir yaban, ehlileşmiş hiç değildir. Neyse.

Benim çevirilerimde uyguladığım son bir aşama daha var ki çeviriye çok faydası olduğunu düşünürüm. Artık yazarla zihnen vedalaşıp ve hatta çeviriyi benim yaptığımı da mümkün mertebe unutup o metin sanki doğrudan nitelikli yerli bir yazarın elinden çıkmışçasına, sırf o gözle okumak. Çeviri kokuyor, diye nitelediğimiz arızanın giderildiği aşama olduğuna inanırım bu son okumanın. İlk anda bunun yazarı aşmak olduğunu düşünenler olacaktır ama asla öyle değil. Küçük bir örnekle savımı ortaya koyayım. Hiç de çetrefil olmayan “Tomorrow night I will go to cinema” cümlesini “Yarın gece sinemaya gideceğim” diye çevirmişseniz bir yerlerde yanlış yapmışsınızdır. Ben nedenini yazmadan önce, İngilizce bilenler şöyle bir düşünsün neyin yanlış olabileceğini. Aslında İngilizce bilmeniz bile gerekmez çünkü burada Türkçeye dair bir püf noktası var. Çok basit bir cümle ve her şey yerli yerinde gözüküyor aslında değil mi? Şöyle ki Türkçede sinemaya gece değil “akşam” gidilir. Gece 1:00 matinesini kastetmiyorsak elbette. Dolayısıyla sadece Türkçe tınısıyla okuduğumuzda böyle bir cümlenin bizi rahatsız etmesi gerekir. Yani çevirmen, çoğu zaman bir sözlükten kat be kat fazlasıdır. Kültürünü, bilgisini, hissini ve kalem oynatma yeteneğini konuşturması gerekir.

Ben birkaç yıldır şu “Yarın akşam sinemaya gideceğim” cümlesini kuramıyorum ve aslında tüm bunları da bu derdimi sizinle paylaşmak için yazdım. Çok bedbahtım. Sinemaya, gezmeye tozmaya gidemiyorum çünkü yıllardır Hazreti Joyce ile hemhâl olmuş vaziyetteydim. Son birkaç yılım, dünyanın en büyük edebiyatçılarından sayılan James Joyce’un, dünya dilleri içinde sadece 7 dile çevrilebilen Finnegan Uyanması da dâhil olmak üzere tüm eserlerini Türkçeye çevirmekle geçti ve ne mutlu bana ki seriyi tamamlayacak son halka olan Ulysses çevirisini de tamamlamış durumdayım ve umarım, siz bu satırları okurken ben sinemaya gidiyor olacağım. Sinemadan sonra da kendi romanımı yazmak üzere bir çay bahçesine oturmuş olurum muhtemelen çünkü yazmak da ayrı keyif. 

Arka Kapak dergisi 26. sayı