Sefa Kaplan
Hemen her hafta muhtelif mecralardaki birkaç yazısıyla birden karşımıza çıkan A. Ömer Türkeş, çeviri metinden hareketle yazarın üslûbuna dair hüküm verme becerisini gizlemiyor bizlerden. Bu da kendiliğinden, çevirideki üslûbun esasen kime ait olduğu sorusunu getiriyor gündeme. O neyse ne de, emeğe saygı yahut hakşinâslık adına çevirmenlerin ismini bir kez bile anmaya tenezzül etmeyişine ne demeli acaba?
A. Ömer Türkeş, Radikal Kitap’ta Kanae Minato isimli bir Japon yazarın Türkçe’ye yeni aktarılan İtiraflar isimli romanından bahsederken, “Övgüyü hak eden bir üslûp ve kurgusu” olduğunu söylüyor. Üstelik aynı ifadeyi, pek de kapsamlı olmayan bu kitap tanıtma yazısı boyunca birkaç yerde daha tekrarlıyor. Yani herhangi bir yanlışlık, kalem sürçmesi, gözden kaçma, editör hatası veya ‘ışıklar kesildi dersime çalışamadım’ türünden gölgesine sığınılacak bir bahane mevcut değil. Bir başka ifadeyle, Türkeş, Kanea Minato’nun üslûbu konusunda kendisinden gayet emin. Muhtemelen bu nedenle, övgüyü hak ettiğini düşünüyor olmalı.
Türkeş’in Japonca bilgisine dair en küçük bir malûmat sahibi değilim maalesef; hiç şüphesiz, fevkalâde Japonca biliyor ve bu bilgiye dayanarak Minato’nun üslûbunu beğeniyor olabilir. Ne var ki, yazısını ekrana düşürürken temel aldığı metin, Japonca değil Türkçe. Besbelli ki, çevirinin yani çevirmenin üslûbundan söz ediyor Türkeş. Buna karşılık, çevirmenin üslûbu ile yazarın üslûbunu birbirine karıştırmakta herhangi bir beis görmüyor. Halbuki, sıradan bir edebiyat heveslisi bile, üslûbun sadece anadilde üretilen metinler aracılığıyla kavranabilecek bir özellik olduğunu hemencecik fısıldayacaktır kulaklarına. Ahmet Hamdi Tanpınar üslûbundan, Bilge Karasu biçeminden, Adalet Ağaoğlu tarzından, Kemal Tahir stilinden bahsedince kimse yadırgamaz sizi. Tersine, takdir duygularıyla üzerinize üzerinize gelirler en fazla!
İskenderiye Dörtlüsü ve Malina
Ülker İnce ve Ahmet Cemal
Çeviri söz konusu olduğunda ise farklı bir zemin ve farklı ölçüler girecektir devreye. Zira, artık yazardan ziyade, çevirmenin her iki dile dair bilgisi, genel birikimi, edebiyat zevki, estetik düzeyi, dünyaya ve insanlara karşı sergilediği dikkat öne çıkacaktır. A. Ömer Türkeş, tenezzül buyurup çevirmen Begüm Kovulmaz’ın ismini bile anmıyor gerçi ama “övgüye değer bulduğu üslûp” işte o Begüm Kovulmaz’ın maharetinin somut bir göstergesi. Söylemek gerekli mi sahiden de, çeviriyi Begüm Kovulmaz değil de Fikri Yorulmaz yapsaydı bambaşka bir üslûp çıkacaktı karşımıza.
Konuyu dallandırıp budaklandırmadan birkaç örnek ile yetinelim: İsteyen İngilizcesi ile de kıyaslayabilir rahatlıkla, İskenderiye Dörtlüsü, bütünüyle Ülker İnce’nin Türkçe’ye yepyeni lezzetler kazandıran üslûbunu yansıtır mesela. Almanca bilenler söz alıp söylesin, Ahmet Cemal’in o olağanüstü çevirisi olmasaydı, Malina bu kadar sevilir miydi hakikaten? Balzac’ın, Marquez’in ya da Borges’in üslûbundan söz edebilmek için yazılan metinleri yazıldığı dilde okumak mecburiyeti yahut mahcubiyeti söz konusu olsa gerek. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, Türkçe’ye çevrilen metin, çevirmenin üslûbunu yansıtacaktır ister istemez. Çeviri çabasının çaydanlık fokurtusuna benzeyen uğultusuyla karşılaşan hemen herkes bilir bunu zaten.
Charles Baudelaire veya
Orhan Pamuk üslûbu
Daha zihin açıcı bir örnek için Paris’in sıkıntılı çocuğu Charles Baudelaire’in kendisinden daha ünlü kitabı Les Fleurs du Mal’a bakabiliriz. Kitabın Fransızcasını züppelik olsun diye değil, çevirmen üslûbunun daha kitabın isminden başlayarak nasıl farklılaştığını göstermek için kullandım. Zira, Les Fleurs du Mal, farklı dönemlerde Şer Çiçekleri, Elem Çiçekleri ve Kötülük Çiçekleri adlarıyla Türkçe’ye aktarılmış bir kitap. Kitaptan bağımsız olarak, içindeki pek çok şiir de muhtelif Baudelaireperest şairler tarafından Fransızca bilmeyenlerin bilgisine sunulmuş durumda. Kitap isimleri de, mısralara iliştirilen hissiyat da, çevirmen tercihlerinin doğal bir yansımasından ibaret tabii ki. Âlişânzâde İsmail Hakkı, Suut Kemal Yetkin, Vasfi Mahir Kocatürk, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Erdoğan Alkan, Sait Maden, Ahmet Muhip Dıranas, Abdullah Rıza Ergüven ya da Ahmet Necdet çevirilerine şöyle bir göz atmak, ‘üslûb-u beyan aynıyla insan’ sözünü yeniden gündeme getirecek ölçüde ışık tutacaktır tartıştığımız meseleye.
Tersinden bir örneği, Orhan Pamuk’un yazdığı kitapların İngilizce çevirileri üzerinden de verebiliriz hiç kuşkusuz. Hatırlayan çıkacaktır belki de, Nobel’i aldığı yıllarda ödülün Orhan Pamuk’un Türkçesine mi yoksa mütercimlerin İngilizcesine mi verildiği bir hayli tartışılmıştı. Victoria Holbrook’un çevirdiği Beyaz Kale ile söz gelişi Güneli Gün’ün elinden çıkan Kara Kitap ve Yeni Hayat arasında belirgin üslûp farkları vardı çünkü. Aynı farklılık, Erdağ M. Göknar imzasını taşıyan Benim Adım Kırmızı ile tipik bir İstanbul çocuğu olan Maureen Freely çevirisi Kar ile İstanbul: Hatıralar ve Şehir kitaplarında da söz konusuydu. (Freely, Kara Kitap’ı da yeniden çevirecektir daha sonra.) . Ve nihayet Ekin Oklap, bozacı, pilavcı ve palavracı Mevlut’un maceralarını yani Kafamda bir Tuhaflık’ı İngilizce’ye aktarma mesuliyetini üstlenecektir. Görüldüğü gibi, yazar aynı olsa da, çevirmen değiştikçe üslûp da değişmektedir.
Neredeyse otuz yıldır kitap dergilerinde ve internet sitelerinde her hafta karşımıza çıkan A. Ömer Türkeş, bu kadarını bilmez mi, bilir elbette. Bilir de ne demeye buna benzer akla ziyan hatalar yapar ki? Belki de bunun gerisinde, bu kadar çok, bu kadar özensiz ve bu kadar çalakalem yazmanın umursamazlığı gizleniyordur. Eğer bu yazılardan aldığı teliflerle çoluk çocuk geçindiriyorsa A. Ömer Türkeş, okuyucuya yani bizlere saygı göstermesi koşuluyla yine de mazur görülebilir; yok eğer boş vakitlerini değerlendirmek amacıyla eğleniyorsa, o zaman kendisine saygı duymuyor demektir ki bu daha vahim bir sapma olsa gerek. Her iki durumda da, edebiyatın içler acısı hali karşısında içlenmek dışında hiçbir şey yapılamaz herhalde.
Türkeş çevirmenleri
sevmiyor mu acaba?
Ara başlıktaki sorunun iflah olmaz iyimser tonunun ben de farkındayım elbette. Bu iyimser ton, bir umudu da barındırıyor bağrında. İnsan, sorunun cevabını almadan geriye dönmek istiyor ama ne mümkün! Zira, A. Ömer Türkeş’in Radikal Kitap ve Sabitfikir’deki yazılarında daha ilk bakışta göze çarpan üslûpsuzluğu görünce, hiç de gerekmediği halde ‘araştırmacı – gazeteci’ damarım kabarıverdi birdenbire. Üstadımızın sekiz – on kitap tanıtma yazısını önüme alıp sağından solundan didiklemeye başladım ve karşıma, inanmakta güçlük çektiğim çarpıcı bir sonuç çıktı: A. Ömer Türkeş, çevirmenleri sevmiyor!
Kendi bileceği iş tabii ki, kimse çevirmenleri sevmek mecburiyetinde değil. Hele Enis Batur’un yıllar önce sarfettiği, “Montaigne Türkçe’ye çevrildi diyenin alnını karışlarım” cümlesini zihnimizin mutena bir köşesinde tutuyorsak ve çevirinin nasıl ideolojik amaçlar uğruna rayından saptırıldığını az çok biliyorsak (Bkz. Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Sözlüğü, bkz. Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens) bu antipatiye hak bile verebiliriz. Fakat bu öyle değil. A. Ömer Türkeş’in çevirmenlere yönelik gönül kırgınlığının arkasında farklı gerekçeler yatıyor sanki.
Bu kanaate nasıl vardığımı açıklamaya gayrete edeyim: A. Ömer Türkeş’in çeviri kitaplardan söz ettiği yazıların hiçbirinde ama hiçbirinde çevirmen ismi geçmiyor. Sosyalist gelenekten gelen, emeğe saygıyı şiar edinen, yeri geldiğinde sınıf farklarından ve sömürüden hayli heyecanlı bir tarzda söz eden A. Ömer Türkeş’in mesele çevirmene gelince lâl ü ebkem yani sağır ve dilsiz kesilmesi nasıl bir ruh halinin dışavurumudur acaba? Muhtelif yayınevlerinde editörlük görevi de üstlenen A. Ömer Tünkeş, o kitapları çevirmek için birtakım insanların kendilerini paraladığından, üstelik bunu hayli küçük telif bedelleri karşılığında yaptığından habersiz olabilir mi sahiden de?
Gevezeliği bırakıp biraz da yazıların üzerine eğilelim isterseniz: A. Ömer Türkeş bir yazısında (27 Mayıs, Radikal Kitap) Kolombiyalı yazar Evelio Rosero’nun Ordular ve Öğle Yemekleri isimli kitaplarından söz ediyor. “Kısa ve yoğun bir tarz” gibi edebiyat ufkunu hayli aydınlatan bir kavram geliştiren Türkeş, Rosero’nun “kısa ve yoğun tarz”ını keşfetmesine hem imkân, hem de zemin hazırlayan Seda Ersavcı veya Süleyman Doğru’nun adını anmaya bile ihtiyaç duymuyor ne yazık ki.
Yine Radikal Kitap’ta yer alan “Nairobi kan gölü” başlıklı yazısına bakalım şimdi de. Burada da çevirmen Bora Korkmaz’dan tek kelime ile olsun bahis yok. Hayır, çeviri iyi midir kötü müdür filan gibi teknik meseleleri tamamıyla bir kenara bırakıyorum, emeğe saygı adına çevirmenin isminden söz etmez mi insan? 13 Mayıs’ta Subay ve Casus’ hakkındaki fikirlerini paylaşıyor bizimle A. Ömer Türkeş, ancak çevirmen İlknur Özdemir’in ismi yok, 6 Mayıs’ta “Sıradan kötülük kolay yayılır” diyor, çevirmen Begüm Kovulmaz’dan da, başlığı ödünç aldığı Hannah Arendt’den de bahis yok.
Kaynak göstermek
o kadar zor mu?
Kim bilir, belki de Radikal Kitap yönetimi, çevirmenlerden söz etmemek hususunda bir ilke kararı almıştır ve bu da A. Ömer Türkeş’in elini, kolunu ve ayağını muhtelif yerlerden bağlamıştır! Peki ya Sabitfikir’deki yazılara ne demeli? “Sürrealizmin altın çocuğu” başlığını taşıyan 24 Mayıs tarihli yazı mesela. Söz konusu olan René Crevel ve hakikaten de “Sürrealizmin altın çocuğu” sıfatını hak eden bir isim. Fakat başlık A. Ömer Türkeş’in değil, New Criterion’da tâ 1987 yılında yazan Renee Vinegarten’in çocuğu! İyi niyetimizi muhafaza edelim ve başkasından aktarılan başlığı tırnak içine bile alma zahmetine girmeyişteki özensizliği bir tarafa bırakalım şimdilik. Bırakalım ve Türkeş’in Türkçesi göz yaşartıcı ama bir o kadar da iddialı şu cümlesine yoğunlaşalım biraz: “Kısa hayatına sığdırdığı ciltler dolusu şiir, roman ve deneme yazısı ama daha önemlisi yaşadığı dönem Fransız edebiyatına damgasını vuran René Crevel’in Babil romanı nihayet Türkçeleştirildi. Milli Kütüphane kayıtlarında ve kişisel hafızamda René Crevel’e ait Türkçe yayımlanmış hiçbir kitap kaydı yok. Bu sıra dışı yazarla yüzyıllık bir gecikmeyle de olsa buluşmak sevindirici.”
İtiraf etmenizde hiçbir sakınca yok, cümleyi okuyunca sizin aklınıza gelen ilk ihtimal de, nihayet kitabın çevirmenine teşekkür edeceğine yönelik tuhaf bir iyimserlik oldu, öyle değil mi? Maalesef nafile bir beklenti bu. Anlaşılan o ki, A. Ömer Türkeş için kitabı çeviren kendisiymiş gibi davranmak herhangi bir sakınca teşkil etmiyor. O bir tarafa, Milli Kütüphane’den hiç de aşağı kalmayan kişisel hafızasına bütün bu bilgileri armağan eden çevirmen Gizem Şakar’a yaptığı haksızlığı da zerre umursamıyor.
“Dünyanın yeni despotları: çokuluslu şirketler” başlıklı yazısında da benzer bir umut zaman zaman yokluyor içimizi doğrusu. En azından, bu kez herhangi bir yerden alıntı olmayan başlıktaki itiraz, doğal bir vaadi de barındırıyor bünyesinde. Hele, “Her üç romanında da atak ve özenli bir dil, ironik bir anlatım bulacaksınız. Ancak Glow’un uyuşturucu imalatına dayalı konusu gereği kimyasallar hakkında fazla detay var ve bu terminoloji biraz yorucu. Eğer genç bir yazarın ilk romanı olsaydı, daha az beklentiyle, Glow hakkında daha övücü ifadeler kullanabilirdim. Ne var ki Boksör Böcek, ilk olduğu halde, hâlâ Beauman’ın en iyi romanı” cümlelerini okuyunca, Türkçe’nin sefaletine göz yumup beklentinizin kanatlanmasına ses çıkarmıyorsunuz. Ama hayır, Türkeş, “atak ve özenli dil”i ve “ironik anlatım”ı görmesini sağlayan Algan Sezgintüredi kardeşimizin emeğine saygı göstermeye gönül indirmiyor bir türlü.
Örnekleri uzatarak daha fazla can sıkmanın anlamı yok. Oğuz Atay merhumun sık sık söylediği gibi, “İyi niyetli çabalar her zaman iyi niyetli sonuçlar vermiyor” ne yazık ki…