Meriç Şenyüz

Latin Amerika edebiyatının ve büyülü gerçekçiliğin büyük ustası Jorge Luis Borges’in kapak konusu olduğu bir sayının sinema sayfalarına, bu akımın 7. sanattaki yansıması yakışır dedik ve düştük peliküllere yansıyan büyünün peşine. Sinemanın kendisi bir büyü ama sinemada büyülü gerçekçilik dediğimizde özel bir türü kastediyoruz. Bu; sürrealizmden, fantastikten, bilim-kurgudan, distopyadan birçok açıdan farklı bir tür. Büyülü gerçekçi filmler, tümden hayali bir dünyada geçmez, tam aksine bu filmlerin bir katmanında çoğu zaman toplumsal bazen de psikolojik gerçekler bütün katılığıyla ortaya konur. Diğer bir katmanda ise büyülü olan yaşanır ve bu katman katı gerçeklerin bir eğretilemesi olarak işlev görür. Bu anlamıyla çoğu büyülü gerçekçi film için toplumsal gerçekçiliğin içine büyü katılmış hâli diyebiliriz. Tabii burada “büyü” bütün çağrışımlarıyla birlikte “gerçek dışı” olanı imler. Büyülü gerçekçi filmler, kaçış sinemasının bir parçası değildir. Buz gibi gerçekleri büyünün yardımıyla suratımıza çarpan filmlerdir. Bu filmlerde ağırlığı büyü değil gerçek taşır.

Teneke Trampet

Büyülü gerçekçi türün sinemada arz-ı endam etmesi, tıpkı edebiyatta olduğu gibi diğer türlerden çok daha sonra gerçekleşti. Mümkün olduğu kadar gerilere götürmeye çalıştığımızda, türün tipik bir örneği sayamasak da karşımıza çıkan ilk filmin 1979 yapımı “Teneke Trampet” (Die Blechtrommel) olduğunu söyleyebiliriz. Günter Grass’ın aynı adlı romanından Volker Schlöndorff’un uyarladığı filmin merkezinde; üç yaşında, artık büyümemeye karar vererek büyümesini durduran Oskar Matzerath karakteri vardır. Rivayete göre Grass, Nazilerin iktidara gelişi, bir imparatorluk inşa edişi ve çöküşünü bir çocuğun gözünden aktarmak ister, ancak on yedi yıllık bir dönemi çocuk gözünden anlatmak mümkün değildir. Üç yaşında büyümesini durduran Oskar karakteri ise böyle bir anlatımı mümkün kılar. Doğumundan itibaren bilinçli olan, herhangi bir duygu belirtisi göstermeyen, tutkulu bir takıntıyla sahiplendiği trampeti elinden alınmaya çalışıldığında çığlıyla camları kıran Oskar, birçok garip olay yaşar. Filmde, tarihsel olayların belgesel görüntüleriyle Oskar’ın gerçeküstü iç dünyası bir aradadır. Sosyopat karakterli Oskar, trampetiyle ve çığlıklarıyla toptan deliren Alman toplumunun eğretilemesi olur.

Altı yıl sonra ise Woody Allen, “Kahire’nin Mor Gülü”nde (The Purple Rose of Cairo) büyülü gerçekçi yapıyı, klasik Hollywood sinemasının özdeşleştirme ve katarsise dayalı anlatı kalıbını eleştirmek için kullanır. Film, 1930’larda geçer; Hollywood müzikallerinin altın yıllarıdır, binlerce insan işsizdir, sokaklar evsizlerle doludur, dünya savaşının ayak sesleri duyulmaktadır. Beyaz perdede ise bir cümbüş hüküm sürmektedir. Kaçış sinemasının sunduğu hayaller dünyasında çıkar ilişkilerine, kabalıklara, işsizliğe, çirkinliğe yer yoktur. Filmin kahramanı Cecilia (Mia Farrow), gündüzleri bir kafede çalışmakta, akşamları çamaşır yıkayarak geçinmeye çalışırken bir yandan da işsiz kocasının aşağılayıcı davranışlarına maruz kalmaktadır. Tek kaçışı ise beyaz perdenin hayal dünyasıdır. Orada herkes soylu ve zariftir, saf aşklar, aşkları için her şeyi göze alan serüvenciler vardır. Cecilia, “Kahire’nin Mor Gülü” adlı filmden çok etkilenir, tam da böyle bir serüvenci olan başkarakterine âşık olur, filmi defalarca izler. Bir süre sonra asıl büyü gerçekleşir. Filmin başkarakteri Tom Baxter (Jeff Bridges), onu defalarca hayranlıkla izleyen Cecilia’nın aşkına yanıt verir ve filmden çıkarak yanına gelir. Öykünün devamı filmin yapımcılarının Tom Baxter’ı yeniden perdeye döndürme çabasıyla, Cecilia ve Tom’un büyüyü gerçek kılma çabasının gerilimiyle geçecektir. Allen, filminde büyülü ögeleri, kaçış sinemasının “yalan dünyasıyla”, hayale izin vermeyen gerçeklik arasındaki tezatı tüm çıplaklığıyla izleyicinin yüzüne vurmanın aracı haline getirir. Film, türün başyapıtları arasında yerini alır.

Aynı yıllarda, türe Balkanlardan yeni bir soluk gelecektir. 1988’de dönemin genç sinemacısı Emir Kusturica, “Çingeneler Zamanı”nda (Dom za vesanje), Yugoslav çingenelerinin suçla şenliğin iç içe geçtiği dünyasını, telekinetik güçleri olan Perhan’ın gözünden anlatır. Acıklı hayatlarla masalsı anlatımın ustaca bir araya getirildiği film, Kusturica’ya Cannes’da “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandıracaktır. Kusturica, filmiyle ilgili söyleşilerde esin kaynağının Latin Amerika büyülü gerçekçiliği olduğunu açıkça ifade edecektir. Filmin başarısının ardından önüne ABD yolu açılan Kusturica, “Arizona Rüyası”nda (Arizona Dream), büyülü gerçekçi ögeleri bu defa toplumsal sorunları anlatmakta değil, bir ailenin merkezinde yer aldığı bir psikodramada kullanır. Johnny Depp, Faye Dunnaway, Lili Taylor gibi ustaların yanı sıra Vincent Gallo’nun da ilk önemli rollerinden birine sahne olan film; ne yazık ki Hollywood stüdyo sisteminin ticari bürokrasisine takılır, süresi fazla uzun bulunur. 1991’de montajı tamamlanan film, ABD’de ancak 1994’te gösterim şansı bulabilir. Kusturica’nın ABD macerası bu filmle sona erecek ama Balkanların haşarı çocuğu büyülü gerçekçilik diyarlarını yeniden ziyaret edecek, başyapıtı olan “Yeraltı”da (Underground) sosyalist Yugoslavya’nın bütün bir tarihini bir karnavala çevirerek anlatacaktır.

Ana akım Hollywood sineması ise büyülü gerçekçi türü, daha çocuksu bir fantezi düzleminde ele alır. Tom Hanks’in ilk Oscar adaylığını getiren Penny Marshall imzalı “Büyük”te (Big,1988) 12 yaşındaki Josh Baskin, bir lunaparktaki dilek makinesinden bir an önce büyümeyi diler, dileği gerçekleşir, kendisini 30 yaşında bulur ve olaylar gelişir. Çocukluk ve yetişkinlik dünyasının kıyasına dayalı basit temasına karşın “Büyük”, gayet keyifli bir seyirlik olarak türün hafif örnekleri arasında yerini alır. Daha derinlikli bir film olan “Bugün Aslında Dündü” (Groundhog Day,1993) ise mizantrop, bencil, alaycı bir hava durumu sunucusu olan Phill Connors’ın (Bill Murray) bir yerel kutlamayı haberleştirmek için ABD’nin küçük bir kasabasına gidişini ancak dönemeyişini anlatır. Zira Connors, ertesi sabah tam olarak bir gün önceye uyanmakta ve ne yaparsa yapsın (buna kendini öldürmek de dâhildir) aynı döngü devam etmektedir. Connors, sonunda bu büyüden kurtulmanın yolunu kendisini değiştirmekte bulacaktır. Büyülü gerçekçi ögelerle komediyi eşsiz bir şekilde birleştiren “Bugün Aslında Dündü”, zaman içinde kendisine tutkulu bir hayran kitlesi bulacak, türün en bilinen örneklerinden biri haline gelecektir. Genellikle tümden fantastik dünyalar yaratmayı seven Tim Burton da büyülü gerçekçi topraklara 2003’te ayak basar. Daniel Wallace’ın aynı adlı romanından uyarlanan “Büyük Balık”ın (Big Fish) odağında, hayatıyla ilgili süslü hikâyeler anlatmayı seven bir baba ile onu saçma sapan hikâyeler anlatan kötü bir baba olarak gören ve onunla tüm ilişkisini kesen oğlu vardır. Babanın ölüm döşeğine düşmesinin ardından bu iki insan birbirlerini gerçekten tanımaya başlar ve film dokunaklı bir baba oğul hikâyesine dönüşür. Diğer bir katmanda ise neyin gerçek neyin uydurma olduğu birbirine karışırken, gerçeği hikâyeleştirmenin doğası üzerine bir gezintiye çıkarız.

Türün en çarpıcı örnekleri ise yine ABD’den ama bağımsız yönetmenlerden gelecektir. Richard Kelly imzalı 2001 yapımı “Donnie Darko”da, içe kapalı, çevresindeki dünyaya yabancı bir lise öğrencisinin karşısına tavşan kostümü giyen Frank adında bir adam çıkar ve dünyanın sonuna 28 gün, 6 saat, 42 dakika, 12 saniye kaldığını söyler. Film bu andan itibaren büyülü gerçekçiliğin; korku, bilim-kurgu, psikodrama unsurlarıyla harmanlandığı karanlık, kafa karıştırıcı bir labirente döner. “Donnie Darko”, büyülü gerçekçiliğin kendi sınırlarını aşarak varabileceği yerleri göstermesi açısından benzersiz bir deneyimdir. 2012 yapımı “Düşler Diyarı” (Beasts of the Southern Wild) ise ütopya-distopya karışımı hayali bir evrene büyülü gerçekçiliğin masalsı anlatımını taşırken dünyanın sonu hakkında bir peri masalı anlatır. Dünyanın geri kalanıyla bağlantısı kesilmiş bir su bendinin ardında kalan Leğen (Bathtube) adındaki kasabada bir çeşit anorko-komünal toplum yaşamaktadır. Film, küresel ısınmayla birlikte sular altında kalacak olan bu mekânda son derece dokunaklı bir baba-kız ilişkisine odaklanır. Ancak filmin derdi bununla sınırlı değildir. “Düşler Diyarı”, gezegenimizin kıyısında bulunduğu çevre felaketine karşı bir uyarı olarak da görülebilir, yabancılaşmış kapitalist toplumun dışında başka türlü bir yaşamın kurulabileceğine dair bir çeşit çağrı olarak da… Filmi bir başyapıt düzeyine ulaştıransa özgün biçimidir. Sinemada yeknesaklığın hâkim olduğu bir dönemde Benh Zeitlin daha ilk filminde orijinal anlatım biçimleri keşfedecektir.

Pi’nin Yaşamı

Yerimiz doldu ama birkaç filmin daha en azından adlarını anmazsak hatırları kalır. Tıpkı “Büyük Balık” gibi hikâye anlatmanın doğasında bulunan uydurma ve gerçek arasındaki gerilimin sularında gezen “Pi’nin Yaşamı” (Life of Pi), masalsı atmosferiyle gerçek dünyada geçen bir peri masalı anlatan “Amelie”, faşist İspanya ve ona direnen az sayıdaki devrimci arasındaki savaşı bir çocuğun karanlık hayal dünyasından yola çıkarak anlatan “Pan’ın Labirenti” (Pan’s Labyrinth) türün kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken yapıtları arasında yerlerini alır.