Elif Ayla

Mommo Kızkardeşim isimli Atalay Taşdiken filminde çok çarpıcı bir sahne vardır. Filmde birbirinden etkileyici birçok bölüm olmasına, duygu yoğunluğunun, insana dair hâllerin türlü türlü verilmesine rağmen ben hep o sahnede takılırım. Bozkırın bütün sarısının içinde, buğday başaklarının içine yatar kamera ve iki kardeşin uzaklaşmasını izletir seyirciye. İki çocuğun başaklara değen gövdeleri, gidişleri, tam da onlarla aynı boyda gösterilir. Bir çocuk yayıncısı ve yazarı olarak işte bu plan ve bu imgeler, benim için çocuk edebiyatına giriş hükmündedir.

Çocuk kitabı yazarının, yayıncısının en önemli meselesi, yere uzanabilmek meselesidir. Üstünüz başınız tozlanır, kirlenir, diziniz dirseğiniz acır, kabul ediyorum. Ama yere uzanmadan, çocukluğunu ve çocuğu seyredebilmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.

Bazen, bu seyre çok yaklaşır kimi kalemler. Fakat ne yazık ki kaçırırlar. Bu tıpkı çılgınca aşık olup sonra senin annen-benim annem; benim geleneğim-senin âdetin diyerek eldeki hazineyi yitirivermek gibidir.

Çocuğun eği(ti)lmesi işinde kitapları kullanmak, eği(ti)lenler ile eğ(it)enler arasındaki gerilimli ipin liflerine kitapları sokuşturmaya çalışmak, uzun vadede “okurluğa” zarar veriyor.

Çocuk Edebiyatı diye bir türün varlığı dahi tartışılırken (öyle ya; 60 Yaş Edebiyatı, 30’unu Henüz Devirmişler Edebiyatı, Mühendisler Edebiyatı gibi türlere de kapı aralanabilir bu yolla), çocukların okumasını öngördüğümüz metinleri, sırf cicili bicili, pek bir sevimli (kime göre?), renkli resimli diye yavruların ellerine tutuşturmak, sonra da onlardan birer edebiyat aşığı çıkmasını beklemek, çocuğu küçük görmektir.

Herkesin kendince bir tanımı vardır. Benim için, Çocuk Edebiyatı; çocuk ile yazılı metnin göz göze gelebildiği eserlerdir. Çocuk yazıyla öyle bir temas kurar ki bu dokunuş, kitabı da çocuklar için ve çocuklarla yürüyen birer yoldaş hâline getirir. Yetişkin çağımızda; burnumuzda bir sızı, tutamadığımız bir kıkırtı, gerçekliğine yemin edebileceğimiz karakterlerle dolu çocukluk kitaplarımız, sırf bu yüzden hatrımızdadır.

Kendilerini bizim doğrularımıza eğelim diye, bir öğreti uğruna yola çıkılarak oluşturulmuş kitaplar ise, maalesef öykü altında sorular yazılı, mesajı göz çıkaran, çocukları kitaba küstüren birer ödevdir.

Hakiki çocuk kitaplarını bana göre, aleme bakmaktan vazgeçmemiş, ağzı hâlâ bir karış, hayretten hayrete sürüklenen, taze ruhlu insanlar yazıyor, yazabiliyor. Mesele, denizlere açılabilmek meselesi. Avuçlarımızda duran çocuk kalpleri, okyanuslara açılmış gemiler. Geminin burnunu çekiştirip sürüklemenin bir anlamı yok. Denizle, rüzgarla, bulutlarla birlikte, hayatı giyinip giydirebilmek, meselesi bu. Eğmeden, kendimizi “çocuk bükücüler”olarak görmeden. Ne diyordu Halil Cibran;

“Siz yaysınız, çocuklarınız ise,
Sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür.
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek,
Okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin.
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar,
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.” 

Arka Kapak dergisi 19. sayı