Röportaj: Ümit Yaşar Özkan, Adnan Saracoğlu, Elif Konar Özkan, Yunus Emre Tozal

Mimarlık eğitimi almasına karşın çocukların dünyasında olmayı tercih eden, tarifi imkânsız acıların yaşandığı dünyada çocukların olduğu kadar yetişkinlerin de içine umut aşılamaya çalışan iyimser ve pozitif bir yazar Behiç Ak. Çocuk kitapları Japonya, Kore, Almanya ve Çin’de yayımlanan, başka alanlarda da ürünler veren çok yönlü bir sanatçı olan Behiç Ak, hem oyun yazarı hem karikatürist hem yazar hem de mimar olmasının yanında iyimserliğini insanlara geçirmek için pes etmeden hayata katılan biri. Kendisiyle yayıncılığı ve çocuk gözünden yaşadığımız şehirleri şimdiye kadar ürettiği eserler üzerinden konuştuk.

Ümit Yaşar Özkan: Çocuk kitabı olarak geçen ama aslında bu kalıbın çok ötesinde olan Güneşi Bile Tamir Eden Adam, Alaaddin’in Geveze Su Boruları, Kedilerin Kaybolma Mevsimi gibi çok güzel kitaplarınız var. Benim favorim Güneşi Bile Tamir Eden Adam’dı, taa ki Çatıdaki Gezegen’i okuyunca kadar. Bu iki kitap başlıca kitaplarım oldu. Hele Çatıdaki Gezegen, sanki beni tanıyormuşsunuz da ütopyamı yazmışsınız gibi oldu. Çatıdaki Gezegen benim ütopyamdı. İnternet öncesi bir dünya kurabilmek, yavaşlamak, sakinleşmek, kitapları kısaltılmamış versiyonlarından okumak… Yazmaya ne zaman başladınız, yazı sürecini kısaca anlatır mısınız?

Behiç Ak: 80’lerde yazmaya başladım. İlk yazdığım çocuk kitabı, Cumhuriyet Gazetesi’nin çocuk dergisinde yayınlanacaktı ama o dönem gazetenin çocuk dergisi çıkarmasına izin vermediler. Daha sonradan ben farklı kitaplar yazdım ama ilk yazdığım kitabı yayınlatma imkânı bulamadım. Daha sonrakileri yayınlatmamın zor olduğunu fark ettim. Çünkü 3-6 yaş arasına hitap eden resimli kitaplar tasarlamıştım. Büyükle çocuk arasına köprü kuracak kitaplardı; büyük okuyacak ama çocuk okuma-yazma bilmeyecek. Kavramlar ve nesnelerle çocuk her defasında yeniden sorularla kitabın içine girecek, hikâyeyi her defasında yeniden üretecek ve bozacak. Böylelikle büyükle çocuk arasında bir iletişim, entelektüel bir ilişki kurulmuş olacak.

İlk ve son ilişki diyebiliriz buna; çünkü çocuk okuma-yazma öğrenince o ilişki kopuyor. Epey üzerinde de çalıştım kitapların ama yayınlatamadım. Çünkü o dönemler, resimli kitaplar yabancı kitaplar çevrilerek yapılıyordu, uluslararası bir sergiye katıldım. Meğer sergi Japonya’ya gidiyormuş, Orada bir hikâyemin resimleri çok beğenildi. İşte Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı kitabım ilk defa bu şekilde Kagyuşa Yayınevi tarafından yayınlandı. İlk kitabım Japonya da yayınlanmış oldu. Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı kitabım Japon çocuklarının çok ilgisini çekti, eve geldiğimde kırk-elli tane Japonya’dan gelmiş mektupla karşılaştığım oluyordu. Kitabımla ilgili seminerler yapıldı, ödevler verildi. Çok heyecanlanmıştım, yıllar sonra kitabımın bu kadar ilgi görmesinin nedenini öğrendim. Meğer onlarda da “Hayat Ağacı” dedikleri bir sembol varmış. Hayat Ağacı’nı Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı kitabımla özdeşleştirmişler. Japonlarla çalışmak çok zor olmasına rağmen, sabırla çalıştım, uzun uzun mektuplaşarak onlarla iletişim kurmaya çalıştım. Gakken ve Fukianken Shoten Yayınevleri’nden de bir çok kitabım çıktı. Ardından Japonya’da çıkan kitaplarımı Türkiye’de yayınlatma imkânı buldum. Çocuk kitapları çok gelir getirmeyen ama nitelikli emek isteyen bir işti. 1990’lardan sonra çocuk kitaplarıyla ilgilenmeye başladı insanlar, belki 15-20 yıldır ciddi bir ivme kazandı. Bunun da baş faktörü eğitimcilerdir; eğitimcilerin velilere çocuk eğitiminde bu kitapların ne kadar kıymetli olduğunu fark ettirmesidir. Kısacası, “Çocuk edebiyatının eğitimdeki yeri fark edildi.” 

ÜYÖ: Öğretmenler genellikle sessiz kitapları çok seviyor, sizin kitabınız Doğumgünü Hediyesi bu alanın ilk örneklerinden. Belki de Türkiye’deki ilk sessiz kitap olabilir sizin kitabınız.

EKÖ: Evet. Ben verdiğim derslerde anlatıyorum. Ben geçen sene Bologna Çocuk Kitapları Fuarı’na gitmiştim. Orada “Silent Book” diye bir köşe vardı. Tümüyle bu kitaplara ayrılmıştı. Türkiye’deki ilk örneği sizin kitabınız.

Behiç Ak: Evet, o kitap halen baskı yapıyor, Bir ara engelli çocukların eğitiminde de kullanıldı. Elbette onlara özel değildi ama genelde çok beğenildi. Bazı çocuklar resimlerimin altına kendileri hikâyelerini yazıyorlar. Hatta bazı eğitimciler resimlerin altına yazılması gerekenleri ödev olarak veriyorlar. Eğitimde çocuk kitaplarının kullanımının henüz sağlıklı bir yapıya oturmadığı düşüncesindeyim. Çok soru-cevap şeklinde ilerliyor eğitimimiz, öğretmenler kendi bildikleri doğru cevabı edinmek için çocuklara kitap üzerinden soru soruyorlar-ki bu durum, çocuğun kitaptan soğumasına sebep olabiliyor- oysa öğretmenler çocukların yaratıcılıklarını kışkırtmalı değil mi?
Avrupa’da “görsel okuma” çok yaygın bizde çok zayıf. Benim Kedi Adası diye bir kitabım vardı, onu Zürih’te İsviçre Eğitim Bakanlığı’nın davetiyle 15 okulda çocuklarla paylaştım. Çocuklar hikâyeyi bilmeden resimler üzerinden hikâyeyi kendileri oluşturdular. Batı’daki çocukların çok güzel alışkanlıkları var, müzeleri geziyorlar, bir resme çok uzun süre bakabiliyorlar. Bu eğitimle ilgili bir durum, çocuklar yönlendirilse bizde de olur, özellikle 3-6 yaş arasındaki çocuklar için resimle kavram, aynı şey… Bizde bu anlayışın çok zayıf olduğu, 3-6 yaş arasındaki kitaplarda sadece yazarın öne çıkarılmasından belli. Hâlbuki resimleyen de, çizer de, yazar da aynı kategoridedir, bu yaş gurubu kitaplarda. Çünkü görsellik de okumanın bir parçasıdır.
Uzun bir süre bir aile fotoğrafına baktığınızda bu değişimi yetişkinler de farkedebilir. Bir aile fotoğrafına 5 dakika baktığınızdaki sonuçla 25 dakika baktığınız sonuçlar farklıdır. Uzun süre bir görsele bakabilmek çok önemli, insanı zenginleştiriyor. Bizde maalesef bunu geliştirecek yöntemler pek yok. Seçici olmayan bir algı var görsellik konusunda. İnsanlar gözlerine takılan her şeye bakıyorlar. Sosyal medyaya ya da görsel algıyla bu kadar vakit geçirmemizin sebebi de seçici algıya sahip olmayışımızdan kaynaklanıyor. Hep anonim kalıplarla karşı karşıya kalıyoruz, oysaki kendi iradesini kullanması gerekiyor insanın. Seçicilik ortadan kalkınca, önüne ne gelirse ona bakmış, onunla vakit öldürmüş oluyorsun.

ÜYÖ: Çocuk aslında fark etse, estetik bir zevk edinmeye başlayacak.

Behiç Ak: Çocuk hikâyedeki saat resmini görüyor, saat kavramıyla, kelimesiyle ilişkilendiriyor, evdeki saatle arasındaki bağı keşfediyor. Bir de zaman diye bir kavram var. Tüm bunların arasında ilişki kuruyor ve düşünce de böyle böyle gelişiyor. Tabii bütün bu sürece anne babayla bir hikâye paylaşarak geçiş yapıyor. Sevgi bağıyla kelimeler, kavramlar, semboller birbirine bağlanıyor.

İlkokul öncesi okuma yazma bilmeyen çocuklar için yapılan kitaplarda, çocuk bir şeyi kendinin kılabilmek için onu değiştirmek de istiyor. Bu yüzden de değiştirilebilir olmaya yatkın olması gerekiyor hikâyelerin.
Çocuğa plastik bir araba alırsınız, çocuk bir müddet sonra onu kırar. Çocuğun arabayı kırması, sağlıklı olduğunu gösterir. Çünkü çocuk bir süre sonra o arabayı kendinin kılması için kırması gereklidir. Yoksa aptal gibi hep aynı hareketleri yaparak arabayı oradan oraya sürükleyecektir. Aynı şekilde çocuğun bir hikâyenin içindeki kediye isim vermesi, sonraki sayfalarda da o kediye başka kediler katması; hikâyeye müdahale etme arzusundan kaynaklanır. Bir şeyin değiştirilebilir olması ve kendinin kılmak çocuk için çok önemlidir. Büyükler bu yüzden bir romanı bir defa okur, ama çocuklarsa sevdikleri kitapları defalarca okurlar, her okumalarında onu düşünce dünyalarında tekrar tekrar değiştirirler. Elbette büyükle çocuk arasındaki entelektüel ilişki de sadece kitapla olabilen bir şey, TV’de bir şey izleyerek kuramazsınız o ilişkiyi. Bir kitaba uzun bir süre bakmak, yorumlamak, fikir üretmek çocuğun yaratıcı zekâsını geliştiriyor, elbette büyüyünce seçici algısı oluşunca kendi tercihleri ile farklı kitaplar okuyabilir, büyüğünün izinden gitmek zorunda değil yani. Ben gülümseten öyküleri işte hem büyükler okusun hem çocukların dünyasında yer edinsin diye yazdım, kısmen de başarılı oldum. Kitap fuarlarına söyleşilere gittiğimde bazen bir tarafta çocukların diğer tarafta büyüklerin oturduğunu görüyorum. Aynı kitapla ilgili hem büyükler hem çocuklar soru soruyorlar, bu çok hoşuma gidiyor.

ÜYÖ: Çocukların geri dönüşlerinde sizi şaşırtan soruları çok merak ediyorum açıkçası… Paylaşımdan bahsediyorsunuz, bu kitaplar teknik olarak da birlikte okunabilecek kitaplar. O kurduğunuz bağlantılarda hikâyeler var. Hatta hikâyenin içinde başka bir hikâye var. Bebek Annem kitabınız örneğin unutma ormanında bitiyor. Orada annenin içindeki travma, onun geriye dönmesi çok etkileyici… Siz zeki ve çevik bir okur istiyorsunuz, kendi okur profilinizi de sanki yetiştiriyorsunuz. Bu süreçten biraz bahsedebilir misiniz?

Behiç Ak: Bebek Annem’i yazmam uzunca bir süre aldı. Genelde kitaplarımı düşünerek yazıyorum. Ben çocuk kitabı yazma işini çok ciddiye aldım. Yapabileceğimin en iyisini yapmaya çalışarak, hikâyenin üzerinde günlerce aylarca düşünerek, yazmaya çalışırım. Çocuklar da tıpkı büyükler gibi entelektüel seviyeleri olan canlılar ve kitapla ilişki kurduklarında kapasitelerini genişletmek istiyorlar. Kitap okuyan bir çocuk entelektüeldir, bunu böyle kabul etmek ve ona göre davranmak lazım. Kitap okuyan çocuğa “çocuk” gibi davranamayız. Ama o çocuğa bir bireyin dünyasına yaklaştığınız gibi eşit yaklaştığınız zaman, siz de yazar olarak kendinizi zenginleştirmeye başlıyorsunuz. Bizim de çocukların deneyimsizliğinden öğrenebileceğimiz çok şey var. Hayat sadece deneyimden ibaret değil, deneyimsizlik de önemli. Deneyimsizlik insanlar, objeler, nesneler arasında yatay ilişkiler kurmayı olanaklı kılıyor. Oysa deneyim kazandığında insanlar belirli sınırlarda ve alışkanlıklarda kalıyorlar, çok fazla derinleşemeyebiliyorlar, düşey ilişkilerle kendilerini sınırlıyorlar, sormaları gereken soruları sormuyorlar. Oysa çocuk, o soruları sürekli soruyor, bir konudan başka bir konuya geçiyor, çünkü özgür. İşte bu özgürlükten büyüklerin öğrenecekleri var aslında. Hikâyeler ve farklı katmanlar arasında birbirine geçiş yapabilmesi, farklı kalıpları denemesi vb. bunları çok önemsiyorum, çünkü çocukların akıl dünyasını geliştirdiğini gözlemliyorum. Kitabın bir çocukla iletişime geçmesi; çocuğun o kitabı değerlendirecek seviyeye gelmesi bana hep yeni sürprizlere açık gibi geliyor.

Elif Konar Özkan: “Yetişkinlerin çocuklardan tecrübesizlik öğrenmeleri gerek.” kıvamında bir cümlenize rastlamıştım doyurucu bir söyleşinizde.

Behiç Ak: Evet, büyük sanatçıların ilk kitapları çok güzeldir mesela, ama bu durum ikinci kitaplarının da aynı güzellikte olacağı anlamına gelmez. Deneyimle sanat arasındaki ilişkide, ilk yapılan iş çok önemlidir. Örneğin Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabı çok sevildi, çok konuşuldu bu yüzden ama diğer kitapları o ilk kitap kadar ilgi görmedi. Çünkü Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabı edebiyat kalıplarını değiştiren bir eserdi, ergen diliyle yazılmıştı. İşte deneyimsizliğin getirdiği arayışı insanlar kaybediyorlar ve hayat da insanı belli kalıplara sokuyor açıkçası, olaylara bakmasını kısırlaştırıyor. Zihin esnekliğini kaybedince insan bir entelektüel olarak üretemiyor. Bir zamanlar, çocuklar için ekoloji kitapları tasarlamıştım ben, bazı büyükler “Çocuklar bu kitapları okuyamaz, çok teknik bilgiler var” demişlerdi. Hâlbuki çocuklar onları biliyorlar, bir soru sordum bu eleştiriyi yapan okuruma, “Fotosentez nedir?” dedim, cevap veremedi, unutmuştu. Oysa üniversite mezunuydu. Büyükler hayatı çocuklar kadar sorgulamıyorlar.

Çocuklar için ekoloji kitapları tasarlarken şunu sordum kendime: “Ben böylesine önemli bir konuyu neden çocuk kitabı olarak yazıyorum? Oysa büyükler için yazmam gerekmez mi?” Sonra fark ettim ki biz ekoloji gibi önemli bir konuyu çocuklara emanet ediyoruz. Hâlbuki dünyayı yaşanmaz hale getiren bizleriz, çocuklar değil.

ÜYÖ: Evet, ne kadar ince düşünmüşsünüz. Siz her yaştan okurunuzu ciddiye alıyorsunuz, bu çok güzel. Bir ibare vardır, çok hoşuma gidiyor: “Çocuğa anlatır gibi…” Aslında bu ibarede bir küçümseme var. Sizde kesinlikle öyle değil. Sizde çok ince bir zekâ var, gülümsüyorum açıkçası okurken. Rezonansı çok iyi ayarlıyorsunuz.

Behiç Ak: Evet, çocuğu bir entelektüel olarak alıyorum ve yazarken ondan bir şeyler almaya çalışıyorum. Kafamdaki çocuk sürekli değişiyor. Hakikaten kitap okuyan çocuk kendisini hemen belli ediyor. Farklı rol modelleri almış hemen her kesimden okuyucularım var; kimisi İslâmi kesimden, kimisi daha radikal, kimisi liberal, kimisi daha da farklı ama bu kitapları okuyorlar, çok mutlu oluyorlar. Bana geldikleri zaman da bir entelektüel gibi davranıyorlar. Buna çok seviniyorum. Kitabı yazarken daha çok, o çocukken algı kapılarını açmaya çalışırken buluyorum kendimi, çünkü bu iş çok emek isteyen bir iş. Yazıp çizmenin elbette böyle bir avantajı var.

Çocuk kitapları aynı zamanda bir endüstri haline geldi, Bunun zararları da yok değil, çocuğu kalıplaştıracak her şey bu anlamda tehlikelidir, çünkü çocuk her anlamda özgür olmalıdır. Örneğin ticari endişelerden kaynaklanan sadece kızların okuyacağı kitaplar var, “Ayşegül kitapları”, “Pembe kitaplar” vs. gibi mesela, bunları çok doğru bulmuyorum. Bu ayrımcılık iyi bir şey değil. Çocuk ister istemez cinsiyet noktasında kalıplaşmış oluyor. Küçük yaşta kız-erkek ayrımcılığı bir tür seksizmdir. Bu da hiç istemediğimiz bir şey. Çocuk kitaplarının dolaşımında kültürel kalıplar var. Örneğin Alman çocuklar çok fazla Fransızca kitap okumuyorlar ya da İtalyanlar, Alman çocuk kitaplarını pek fazla okumuyorlar. Çocuk kitapları dolaşımı çok kolay değil, büyükler için daha kolay bu durum ama çocuklar için zor. Daha ana akım kitaplar satılıyor. Bir Alman masalını Fransa’da okutamıyorsunuz örneğin, işin içine kültürel farklılıklar giriyor. Endüstrileşmenin getirdiği bir süreç, “Hazır satabileceğim bir proje var, neden kendimizi zorlayayım ki?” diye düşünülüyor. Oysa risk alması gerekiyor yazarların.

ÜYÖ: Sizin kitaplarınızda edebî bir tat var. Estetik bir deneyim yaşıyorlar ki, bu çok kıymetli. Onların bizden öğrenecekleri var, bizim onlardan öğreneceklerimiz var.

Yunus Emre Tozal: Biraz da mekânı konuşalım. Çocuk edebiyatına mimariyi belki de en iyi taşıyan yazarlardan birisiniz. Çocuğun dünyalara sığmaz hayal gücü bir gün tecrübe ettiğimiz, içinde olduğumuz mimariye dönüşür mü?

Behiç Ak: Öncelikle bugünkü mimarlık anlayışından dünyada kimse memnun değil. Çünkü bugün mekâna baktığımızda insanı tek tip bir yaşama zorlayan, özenti binalarda yaşamayı dayatan bir anlayış var. İnsanlar çok özensiz binalarda yaşıyorlar, ne kadar tek boyutlu hayat yaşarsanız dışarıda da tek bina ölçeğine indirgenmiş, sanki sirk mimarisi gibi atraksiyon yapan bir mimariyle karşılıyorsunuz. Bunlar bana pek de doğru gelmiyor. 1970’lere kadar katılımcı bir mimarlık anlayışı vardı, halkın mimariye katılımı önemliydi ama daha sonra bu terk edildi. Örneğin çocukların da katıldığı Kreuzberg Projesi vardı, çocuklar da orada fikir üretiyorlardı. Geçenlerde Paris’te Uluslararası Mimarlar Birliği’nin jürisindeydim. “Çocuk ve Mimari” konulu bir proje yarışmasında. Başka ülkelerdeki zenginleşmiş projeleri görünce çok heyecanlandım. Fransa’da, Normandiya’da İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılmış ve sonra da kötü restore edilmiş yapılarla ilgili bir çalışma vardı. Yapılara yeni işlevler kazandırmak için daha doğru planlamalar yapmak için çocuklarla çalışmalar yapılması projelendirilmişti. Çocuklar binaları gezip, mimari maketler yapıp, mimarlarla çalışarak öneriler oluşturuyorlardı. Çok etkileyici geldi bu çalışma bana. Çocuğun yaşadığı mekân içinde söz söyleme hakkını önemsiyorum. Mekânın çocuğun zihnini açması; çocuğun da mekândan etkilenerek yeni mekânlar üretilebileceği, olgular ve nesneler arasında yeni ilişkiler kurabileceği fikri… Çocuksever mekânların ortadan kalktığı bir dönemi yaşıyoruz, kentlerimizde. Şimdi dikkat ederseniz arabalı yaşamda, çocukların sokakta oynayabileceği mekânlar kalmadı. Çocuklar eve hapsedildiler adeta. Çatıdaki Gezegen’de de bunu anlatmaya çalıştım. Artık çocuğunuzu dışarı bırakamıyorsunuz. Çünkü sokak yok, mahalle yok, eskiden boş arsalarımız vardı oyun alanlarımız olarak, artık onlar da yok, hepsi imara açıldı. Çocukların ellerinden alındı. Mekânlar çocuksevmez hale dönüştü. Her yere korkunç bloklar dikmeye başladık.

YET: Kitapta yüksek katlı bir rezidansta konuşan bir çocuğun cümlesi vardı: “Yağmur yağdığı zaman bile insanın haberi olmuyor burada” diye. Beni çok etkiledi. Eskiden yağmur yağdığında haberimiz olur, dinmesini dört gözle beklerdik. Çünkü yağmurdan sonra çivi oynardık. Toprağa çivi saplayabilen ve çevreleyen kazanırdı. Tabiatla ilişkimiz kesildi.

Behiç Ak: Evet, şehir hayatının böyle bir kaosa dönmesi bizi çok etkiledi. Oyunlarımızı da gündelik yaşamımızı da… Çok korkunç bir hızla değişim yaşadık. Bir kâbus gibi, kâbus dolu bir rüyanın içindeyiz. Her yer beton.

ÜYÖ: Son gördüğüm rüyada, eski yaşadığımız bir yere gidiyordum. Çimenlik bir yamaçta duvar örüldüğünü görüyorum. Müthiş bir keder içindeydim. O çimenlik yamaçta oynardık oyunlarımızı hâlbuki. Uyandıktan sonra gidip göreyim istedim.

Behiç Ak: Aman sakın, gitmeseydin. (gülüşmeler…) Şehirlerdeki kırılma, bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde çok da sert yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Manzarayı görüyoruz, parkı görüyoruz, güya yeşilliğin içindeyiz ama ona dokunamıyoruz, onunla hemhâl değiliz, toprakta oynanan oyunlarımız kalmadı. Steril bir yaşam söz konusu… Sahte bir yeşil bizdeki… Dünyada bu durum daha iyi… Örneğin İsviçre’de hâlâ çocuklar kendi kendilerine, yürüyerek mahalle okullarına okula gidebiliyorlar, servis kullanmıyorlar yani. Biz de devlet okullarında okuduk ve okula yürüyerek gidip geldik. Annem bir kere okula anahtar vermeye gelmişti de çok utanmıştım, kıpkırmızı olmuştum. “Annesi gelmiş.” demişlerdi, prestijim sarsılmıştı. Biz ilkokul 1’den itibaren kendimiz gidip geldik. Okula gidip ve gelmek eğitimin bir parçasıydı, siz o hakkı çocuktan aldığınızda eğitimin yarısını elinden alıyorsunuz, kendiliğinden olan bir süreci baltalıyorsunuz. Çocuk oradan oraya alınıp, bırakılan bir pakete dönüşüyor.

ÜYÖ: Evet, sonrasında pedagojik problemleri de suniî metotlarla iyileştirmeye çalışıyor aileler. Çocuk içeride hiperaktif oluyor, çocuğun içinde biriken enerji ilaçla atılmaz ki, çocuğun o enerjiyi kendisi atması gerekiyor.

Behiç Ak: Çocuk bir paket gibi görüldüğü için oradan oraya taşınıyor, dolayısıyla inisiyatif alamadan büyüyorlar.

EKÖ: Evet, “helikopter ebeveyn” diye bir tabir de var.

Behiç Ak: Evet, çocuklar tabiattan kopuk büyüyorlar haliyle, bu durum sadece çocuğun iç dünyasını etkilemekle kalmıyor, sosyal bir statü de doğuruyor. Bizim çocukluğumuzda ben örneğin kapıcının oğluyla aynı sınıftaydım. Şu anda böyle bir durumdan bahsedemiyoruz maalesef, herkes kendi gelir grubu çerçevesinde okullara gidiyor ki bu çok yanlış bir şey. Çocuk sosyalleşemedikten sonra en iyi en pahalı okula gitse ne öğrenecek ki? Sadece kendi kültür gurubundan ve kendi gelir seviyesinden insanlarla birlikte olunca ayırımcılık başlıyor. Ve çocukların kültürel anlamda bağışıklık sistemi gelişmiyor. Biraz büyüyüp, diğer insanlarla karşılaşınca ilişkilerinde başarısız oluyor.Siz en başta vermeniz gereken bir eğitimden çocuğu mahrum bırakıyorsunuz farkında olmadan. Çocuklar hayata karşı savunmasız hale geliyor ve herhangi bir problem karşısında çözüm üretemiyorlar. Bir arkadaşımın oğlu vardı, hiç unutmuyorum, teknik bir üniversitede Çevre Mühendisliği Bölümü’ne kaydoluyor. İlk hafta kafayı yiyecek hale gelmişti, “Anne, ne biçim çocuklar var ya” filan diyordu. Çünkü onun sınıfındakiler tabiri caizse dişiyle tırnağıyla kazıyarak gelmişlerdi. Sonunda çocuğu özel bir üniversiteye almak zorunda kaldılar. Bu aslında temel bir mesele; insanların ayrılmaması gerekiyor. Bu sorunlar, Türkiye’nin yeni yeni karşılaştığı problemler, eskiden bunlar yoktu. Bu durumu böylesine hızlıca kabullenmemiz de korkunç bir şey. Çocuğu savunmasız hale getiriyoruz göz göre göre. Çocuk büyüdüğü halde, aileye bağımlı kalıyor. Yaş olarak ilerliyor çocuk büyümüyor. Sokakla ilişkisi olmayan, farklı gruplarla bir araya gelemeyen çocuklar yetiştiriyoruz.

Bir gün tatilde arkadaşımın çocuğu abisini şikâyete gelmişti, “Anne taşımı aldı” deyince gülmüştük. Milyonlarca taş vardı orada hâlbuki… Elbette taşı sahiplenmesi güzel bir şey, sonuçta sahiplendiği aynı taştan başka bir tane daha yok ama şikâyet etmesi elbette ilginç.

EKÖ: Çocukların taşı sahiplenmeleri bizim de çok hoşumuza gidiyor. Taş Masalları kitabımız çıkınca gittiğimiz etkinliklerde de başımıza çok geldi bu şikâyetler. Bu arada Ümit Hoca’nın da evde üç torba taşı var ve bazen onları çıkarıyor uzun uzun inceliyor, özlemişçesine. (gülüşmeler…)

ÜYÖ: Ben hazır aklımdayken şunu söylemek istiyorum. Sizin çocuk kahramanlarınız yalnız değiller. Bir köy olabilir, mahalle, semt olabilir ama orada o mahalle hayatı içinde kendi benliklerini keşfediyorlar, toplumla iç içeler. Dünya edebiyatında çocuğu bu kadar ısrarla toplum üzerinden ele alan ve toplumla bütünleştiren bir başka yazar daha görmedim. O sosyal ilişkilerle kendi hikâyesini keşfediyor kitaplarınızda. Burada bu dengeyi çok iyi kuruyorsunuz. Ümit, hep var. Siz mahalleyi yeniden kurabiliriz diye ümit ediyorsunuz. Çoğu şeyi kaybettik ama yeniden kurabiliriz değil mi?

Behiç Ak: Aslında mahalleyi tam olarak kaybetmedik. Megapol ile şehri karıştırmamak lazım. Mexico City, Rio de Janeiro, Sao Paulo, Mumbai gibi şehirleri İstanbul ile karşılaştırabilirsiniz. Bu şehirlerin ortak özelliği ölçeklerini kaybetmiş olmaları. İstanbul tabii bu saydığım şehirler arasında kültürel yapısından dolayı en avantajlı şehirlerden ama o avantajını da giderek kaybediyor. Özellikle fakir insanların şehirlerin merkezlerinden kovulması, belli başlı semt ve ilçelerdekilere kutu gibi evlerde yaşam hakkı sunulması, yani gettoların oluşması, gelecek açısından çok sağlıklı projeler değil. Örneğin Tarlabaşı’nda yaşayan bir kişi, yaşamını şehir içinde taşımacılık, işportacılık vs. yaparak yaşamını sürdürebiliyordu. Ama şehir dışına atılınca, sadece konuttan değil, işinden de olmuş oldu… Orada varlığını devam ettirmek için belli bir miktar parayı kazanmak zorunda, bu da imkânsız. İnsanlar para kazanamayınca da suç işlemeye elverişli hale geliyorlar. Suçluluk oranları giderek artıyor, çünkü şehirler anlamsızlaşıyor adeta, tekdüze bir şehir yapılanması elverişli bir sosyal toplumun oluşmasını engeller. Toplumsal denetimi yok ediyorsunuz siz, mahalle en güvenli yerdir geleneğimizde, mahallede hırsızlık da olmaz. Siz mahalleyi yok ettiğinizde karşınıza birden fazla problem çıkar.

YET: Ben Üsküdar’ın halen o eski mahalle yapılaşmasını devam ettiren bir semtinde oturuyorum. Bizim mahallede hiçbir apartmanda güvenlik görevlisi yoktur mesela, çünkü herkes birbirini tanır. Apartmanlarda sürekli apartmanı ve mahalleyi izleyen komşular vardır. Mobese teyzeler (gülüşmeler…)

Behiç Ak: Evet, ne güzel… Doğru olan da bu zaten. Tabii siz anlatırken aklıma çocukların oyun alanları meselesi de geldi. Motosikletler günümüzde çok fazlalaştı ve bu motosikletler çocukların oyun alanlarını işgal ediyorlar. Belediyeler bu alanda insiyatif almalı. Yoksa çocuklar tamamen ev hayatına çekildiler günümüzde, oysa sokak hayatıdır çocuğu büyütecek, sosyalleştirecek ve kendine güvenini edindirecek olan.

EKÖ: Esenler Belediyesi “Çocuk Dostu Kentler” başlığı altında bir dizi çalışmalar yaptı.

Behiç Ak: Elbette güzel çalışmalar var ama yeterli değil. Bu konuştuklarım Anadolu’da geçerli değil tabii, her şey ticarileştiğinde paraya dönüşebiliyor. Doğadan mahrum bırakırsanız doğayı satabilirsiniz. Ya da kültürden mahrum bıraktığınızda kültürü satabilirsiniz. Kapitalizmin çok önemli bir kuralıdır, önce mahrum bırakır sonra satar, sevgi bile böyledir. Her şey metalaştırılabilir.

Eskiden “manzaralı ev” diye bir tabir yoktu örneğin. Bizim evimiz manzaralıydı ama biz manzaralı olduğunu bilmezdik, çünkü manzaralı olması o evin fiyatına ekstra bir katkı yapmıyordu, yıllar içerisinde manzaralı ev diye bir tabir çıktı. Bütün evler birbirinin önünü kapatınca manzara metalaştı ve bir değer haline geldi.
Doğadan o kadar uzak kaldık ki, ağaçları dahi tanıyamıyoruz. Hakikaten insanın doğayla ve tabiatla olan bağını koparması, en başta yaşadığı şehir olmak üzere tüm düzeni alt-üst etti. Söz gelimi “kamusal alan”ların dahi korunmadığı günümüzde, hemen her şey rant aracına dönüştü. Oysa kamusal alan, herkesin içinde hakkı olan bir alandır, bu kadar kolay değiştirilmemelidir. Kamusal alanın yok olması, özellikle neo-liberal dönemde çok tehlikeli bir mecraya sürüklüyor insanlığı; bu durum hiç bir şeyi güvencede tutmuyor. Eğer insanlar kamusal alanlarda birbirleri ile karşılaşmıyorlarsa; böyle bir ortam yok edildiyse o insanlar nasıl toplumsallaşacak? Birbiri ile karşılaşmayan, vakit geçirmeyen insanlar birbirinin düşmanı olurlar. Beyoğlu’ndaki İstiklâl Caddesi gibi yolları yoksa bir şehrin, o insanlar birbirlerinin kültürlerini, değer verdikleri şeyleri görmüyorlarsa, düşman olurlar birbirlerine. Otomobilli hayata bu yüzden karşıyım, her yere otomobilin girip çıkması kamusal alanlarımızı yok ediyor. İnsanların birbirlerini görüp birbirlerine değmelerine ihtiyaç var. Bir parkın birdenbire imara açılması korkunç bir şey. Kamusal alanı birdenbire özelleştirmiş oluyorsunuz. Bu bir zulüm, bir kuşağı yok ediyorsunuz. Hatta ben, oylama bile yapılarak bazı kamusal alanların özelleşmesini onaylamıyorum. Sonuçta oylamaya bugün yaşayan insanlar katılabiliyor, yarın o coğrafyada yaşayacak insanlar o oylamalara katılamıyor ki.

EKÖ: Şu anda biz bu durumda değil miyiz zaten? Biz yeşili seviyoruz ağacı seviyoruz ama oturduğumuz evler ağaçsız, yeşilsiz kutu gibi evler. Camı açtığımızda kuş sesleri duymak istiyoruz ama nadiren denk geliyoruz. Bu durum, bizden önceki oylamaların bir sonucu.

Behiç Ak: Evet, dünyayı artık şirketler yönetiyor ve bu noktada halkın yönetime hiçbir şekilde katkısı olmuyor. İşte Paris’te Uluslararası Mimarlar Birliği’nin “Çocuk ve Mimari” konulu yarışmasında bahsettiklerim ya da “Keuzberg Projeleri” tam olarak böyleydi, “Çocuklarla beraber düşünerek bir mekânı nasıl tasarlayalım?” fikri üzerine yoğunlaşılan projeler. Şu anda İstanbul’da çocuklar unutuldu. Ben mesela çocukluğumda Yeldeğirmeni semtinden Kurbağalıdere’ye kadar yürüyordum, sandal kiralayıp karşıya Fenerbahçe’ye gidiyordum. Orta 1 öğrencisiydim düşünün yani, annem elbette tedirgin olurdu ama bu çok normal bir şeydi. Sonuçta okyanusa açılmıyorduk ki, altı üstü Fenerbahçe’ye gidip geliyorduk. (gülüşmeler…) 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 22.sayısında yayınlanmıştır.