Cemil Üzen

Jean-Paul Sartre’ın Marksizm ve varoluşçuluğu ilişkilendirme çabası Ortodoks Marksistler tarafından ayrı, post yapısalcılar tarafından ayrı yerilmişti. Bu karıştır-barıştır ameliyesinin pratik, pragmatik bir kaygıdan neşet ettiğini görmek zor değil. Birçok eklektik düşünce gibi, bu çabanın da tatmin edici öneriler oluşturamayan, başarısız bir girişim olduğu düşüncesindeyim. Fakat niyetim Sartre’ın düşüncelerini tartışmak değil. Sartre’ı bu tür bir özne tartışması içine sokan, toplumsal olana farklı bir bakış getirmeye zorlayan kaygı hakkında konuşmak istiyorum.

Enis Batur’un aydın-entelektüel ayrımını kabul ettiğimi söylemem mümkün değil. Ne “aydın” denen yol gösterici figürün gerekliliğine inanıyorum, ne de düşünmenin eylemdışı tanımlanmasını kabul edebilirim.  Fakat Sartre’ın kaygısını anlamamızda Enis Batur’un Sartre’ı sadece entelektüel değil “aydın” olarak tanımlaması işimize yarayabilir. Sartre’ın kamuoyuna yönelik çalışmaları, imzaladığı dilekçeler, katıldığı protestolar Batur’un verdiği “aydın” payesinin başlıca nedenleri. (Batur’un kendisini aydın değil entelektüel olarak gördüğünü belirtmemde yarar var.) Batur’un aydına atfettiği temel vasfın aktivizm olduğu görünüyor. Sanırım Chomsky de bu tanımın içine yerleştirilebilir. Tartışma zemininin düşünen/ düşünmekle yetinmeyip eyleyen noktasına çekilmesini bir tür eksik düşünme emaresi sayıyorum.  Sartre’ın Marksizm ve varoluşçuluğu kaynaştırma çabasının aktivistliğinden ayrı tutulmaması gerekiyor. Birbirini destekleyen iki eylemlilik hali.  Söylemi üretmek, eylemliliği mümkün kılan, ondan ayrıştırılamayacak bir düşünme edimi olarak kabul edilmeli.

Peki Sartre neden bu eklektizmi kurma mecburiyetini hissetti? Bu sorunun genel geçer yanıtı klasik marksizmin  mekanik ve insandışı olarak algılanması. Epeyce tartışılmış, bir bu kadar daha tartışılabilecek konu. Fakat, ben farklı bir yanıtı Emil Michel Cioran’ın “Çürümenin Kitabı”na bakarak verebileceğimizi düşünüyorum.  Sartre düşüncesinde varoluşçululuğun esas, Marksizmin tali bir mesele olduğu kanısı yaygındır. Bununla beraber Sartre’ı bu “yamalı bohça” söylem zeminine iten şeyin marksizmin “soğukluğu” kadar, dönemin popüler anlayışı varoluşçuluğun ve absürdizmin soyutlayıcılığı da olabilir. Sartre işin bu yönünü vurgulamasa bile, bilinçdışında bu izi sürebiliriz. Ne var ki, bu izi Sartre’ın metinleri üzerinden sürmek bu yazının konusu değil. Üzerine konuşmak istediğim şeyin Sartre düşüncesi değil, Sartre’ın kaygısı olduğu düşünülürse, şu noktada çok gerekli de değil. Öyleyse, neden Cioran’ın bize bu kaygıyı hatırlattığına dönelim.

Cioran’ın düşüncelerinde ebedi bir sinizmin övgüsünü, yaşamın olumsuzlanmasını, dekadansı, iflah olmaz bir yabancılaşmayı görüyoruz. Filozof Nietzsche’nin değil şair ve deli Nietzsche’nin övgüsünü, şairin eyleyişte ayrıcalıklı konumunu, müziğin yüceliğini, bu yüceltmede zikredilmemiş Schopenhauer izlerini hissediyoruz. Kiliseyle ve Tanrıyla Zerdüştvari bir kavgayı, analitik felsefeye karşı Kant üzerinde cisimleşmiş bir öfkeyi, bir parça da çaresizliği hissediyoruz.  Tüm bunlar, derin bir yalnızlığı, karamsarlığı besliyor. Sartre’ın özgürlüğe yakın gördüğü bu yalnızlıkla Cioran’da bir cevher görüp, Borges’in nefret ettiği Paris’in entelektüel sınıfına onu takdim ettiğini düşünmek mümkün. Öte yandan,  Sartre’ın başarısızlığının nedeni tam da burada yatıyor. Varoluşçunun savrukluğu, ilgisizliği ve eylemsizliği Marksizmi ve diğer tüm ideolojileri-inançları dışlayacak şekilde Cioran’ın kalbinde yatıyor.

Çürümenin Kitabı tüm dağınıklığına ve spekülatifliğine karşın, ismiyle müsemma bir örgü etrafında şekilleniyor. Temel bir perspektifi tüm pasajlarında hissettiriyor. Eğer bu bakışla, benim gibi barışamadıysanız, kitap boyunca duyduğunuz tiksinti giderek artıyor. Tiksinti, çürümeyle ne kadar uyumlu bir sözcük değil mi

İşte bu kitabı sevmemek için beş nedenim:

1-    Sinizm. Cioran’ın yaşama karşı tavrı, Dostoyevski romanlarını yeni okumuş bir lise öğrencisinin yaşadığı bunalımdan çok da farklı değil. Fikirlerin zamansallaşmasına, eyleme dönüşmesine –ki bu ayrımı kabul etmediğimi söylemiştim-, ya da inanç halini almasına şiddetle karşı çıkar Cioran. Tüm fikirler için, ayırt etmeksizin bu yargıyı benimser. İdeolojilerin ve kanlı şakaların kökenini burada bulur. “Akıl Tanrıçası” kötülüklerin anasıdır. Ulus fikri, sınıf fikri, reform fikri, Engizisyon, daha nicesi aynı kökeni paylaşır. Siyasal ortodoksinin katil olduğunu söylerken, heterodoksinin de ortodokslaşma potansiyeline inanır. Şüpheyi, tembelliği, düşüşü müstesna bellemiştir. “Peygamberlik teröründen yalnız mistikler ve estetler kurtulur.” Cioran’ın söylediklerinde büsbütün haksız olduğunu söylemek zor. Ama olaylara baktığı “tanrısal pozisyonun” ve yaşamı değiştirmeye yönelik her fikri   tektipleştirmesinin epeyce haksız olduğunu söyleyebiliriz. En azından Diyojen’in hür bir adam olduğunu –bir de köle Manes var(!)-, şatafatlı bir dekadans yaşayan Romalıların da bunu yaşayacak kadar “potestas” sahibi olduklarını göz önünde bulundurmakta yarar var.  Bu bir imkân tartışmasıdır. “Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür.”

2-    Yaşamı olumsuzlamak. Aslında Cioran yaşamı olumsuzladığını düşünmez. Belirsizliğinin onu cazip kıldığına inanır, fakat her nedense onun dönüştürülebilirliğini varsayan bir imanı canavarca bulur. “Eylem dünyayı çürütür.” Şüphe onun için kutsaldır, fakat hayal kırıklığından ve çürümeden şüphe edilemez. Şüphenin kilisesinde yaşar, eylemden şüphe duyduğu kadar dilden de şüphe duyar. Sözcüklerle kavgalıdır. Fakat Derridacı bir kavga değildir bu. Yaşamı olumsuzladığı gibi dili de olumsuzlar. Nesneleşmek ister. Amacı dilde bu tür bir karşıtlık kurmak, dili bozuma uğratmak değildir. Onun dehlizinde kaybolmaktır.  Neden ölmüyoruz öyleyse? Böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemezken hele? (Bu gülünç kalıbı zikreden ilk insan Cioran olabilir) Ölmek tek endişesi olduğu için, uğrunda ölümü bile feda ettiğini söylüyor All Gall Is Divided’da Cioran.  Çürümenin Kitabı’nda ise bir neden atfedilmediği sürece yaşamın ölüme üstün geldiğini. Eh, en azından palavracı ve kalpazanlara dair övgüsünü artık daha iyi anlıyoruz. Yine de bir Elmyr de Hory değil.

3-    Özcü karamsarlık. Cioran bildik varoluşsal hikayenin bir ucundan tutmakta endişe etmez. Varolmak başımıza gelebilecek en kötü şeydir. Bir bakıma asrın klişesidir bu. Varlığın isteme ya da iradeye dayalı olmayışı artık tartışılmayan bir konudur. Cioran’ın insanın özüne atfettiği karamsarlık, dünyanın kötülüğünden ya da yaşamın zorluğundan kaynaklanmıyor.  Daha çok horgörü meselesi bu. Yaşamı ve arzuyu horgörmekten bahsediyor Cioran, seküler bir azizlikten. Bunun varoluşa içkin olduğunu düşünüyor. Kurtuluş fikrinden tam da bu nedenle nefret ediyor. Ortada iki problem var. İlki, varoluşa atfedilen kötülüğün yarattığı değer problemi. Cioran’ın spekülasyonları genelde bu izlek üzerinde yayılıyor. Spekülasyon sözcüğünü –özellikle- tercih ediyorum, “üzerinde konuşulamayan hakkında susmalı.” Bu değer probleminin altyapısında ise, anlam probleminin olumsuz çekimle tekrarı yatıyor. Yaşamın anlamsızlığı, onun kötülüğünün delili oluveriyor. İkinci problem ise, yaşamın kötülüğünden ancak eylemsizlikle mâsun kalınabileceği sanısı. Bu bizi sinizm maddesine geri götürüyor.

4-    Aforizmacılık. Cioran’ın sosyal medya çağına yetişememesi doğrusu çok acı. Büyük, fiyakalı, edebî lakırdılar etmekte pek mahir olduğu apaçık ortada. Yazacağı twitter iletileri pek çok sosyal medya tiplemesi –belki de bir gün Simmel sosyal tipi olacaklar- tarafından retweet edilebilirdi. Cioran’ın takdire şayan tek yönünün belagat olduğunu söyleyebilirdim. Fakat bu tür bir belagatın düşünceyi itibarsızlaştırdığını söylemek daha uygun. Düşünceyi dünyadan ayırarak zaten temelde itibarsızlaştıran Cioran’ın, bunu biçimsel olarak da yapmasında bir çelişki yok.

5-    Anlama yoksunluğu.  “Ne gülün, ne de ağlayın. Sadece anlayın.” der Spinoza. Cioran ne güler, ne ağlar, ne de anlar. Nefret ettiği şeylerin dinamiklerini çözme derdi taşımadığı gibi, onları değiştirmeyi gerektiren bir arzu da duymaz. Muhatabını umursamayan, tek yönlü bir nefrettir onunki. Diyalog ise her anlamda en verimsiz formdur. Sık sık ötekini suçlayan, fakat ötekine temas etmemeye özen gösteren, alaycı bir üslubu seçer. Berkeley’i en vülger haliyle anlamış gibidir. Öteki ancak zihinsel bir varlık olarak akıl yürütme zincirine dahil olabilir. İş üzerinde bir psikopat gibidir. Her insan bunaltılı bir geviş getirmeyle kendini tecrit etmeye yazgılıdır nazarında. Çürümeyi ilginç bulur, çürüyenleri değil.

babilcomdanalabilirsiniz


Çürümenin Kitabı
 – Emil Michel Cioran
Metis Yayınları