Haydar Ergülen

“Üstü Kalsın” diyenler cemiyetinden Seyhan Erözçelik, 49 yaşında gitti, cemiyete aforizmayı desem dizeyi mi bilemedim armağan edip giden ‘abi’ 59’du gittiğinde. Hatta biliyorsunuz başlığı bu olan şiiri de gittiği ay çıktı bir dergide: “Ölüyorum tanrım/bu da oldu işte/…/Her ölüm erken ölümdür/Biliyorum tanrım/…/Ama ayrıca, aldığın şu hayat/fena değildir/…/Üstü kalsın…” diye yazdı, bıraktı, gitti Ocak 1990’da.

Şimdi tek tek saymaya kalksam, bu yazıyı okuyan genç ve şairler şiiri bırakır diye korkarım: Edip Cansever ve Turgut Uyar 58’di, Orhan Veli 36, Kaan İnce 22, Arkadaş 25, Zafer Ekin 27, İlhami Çiçek 29, Cenk Koyuncu 39, Didem 41, Haşim Çatış 44, Mustafa Irgat 45, Sami Baydar 49, Salih Ecer 59, Mehmet Günsur 49, Süha Tuğtepe 53, Adnan Azar 58, İskender ve Ahmet Erhan 55, Enver Ercan 60, Hulki Aktunç 62, Mevlana İdris 56, Bülent Parlak 43… Yangınları hiç sormayın, yürek yangını Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar, Hasret Gültekin… Zalimler için cehennem, ama burada, bu dünyada!

O, arkadaşlığı daktiloya çekip gittiğinde 29’du. Daktiloya çekmek temize de çekmektir, son biçimini vermektir. Bir anlamda da demlenmiş olduğunu kabul etmektir. Daktiloya da sessizce çekmiş olmalı, tıkırtılarını hiçbirimiz duymadık. Gece evde daktiloda yazanlar bilir, çoğunlukla herkes uyumuşken yazıldığı ve o saatlerin sessizliğinde en küçük ses bile büyüdüğü için altına kumaş, battaniye, yer halısından parça filan koyulurdu, sesi emsin diye.

Daktiloya Çekilmiş Şiirler bir tomar kâğıt olarak önüme düştüğünde de onun pek çok şeyi ustalıkla sakladığını düşünmedim, o gittikten sonra aklıma geldi, aklım da başıma geldi ama ne yazık ki boşuna geldi. Bunu anlatacağım.

“Sansar” namıyla maruf ve şöhretini perçinlemek için Şehirde Sansar Var(1999) adında bir şiir kitabı da yazmış olan Seyhan Erözçelik’le tanışmamla beraber, şehir önüme açıldı. Ne âlemler açıldı önümde, meğer gözüm kapalıymış diyeceğim bir açıklık değil bu, halimce bir alem ve hemen çoğu yazar, şair, edebiyatçı zümresinden insanların oluşturduğu bir dünya. Seyhan o sıralarda Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji’de okuyordu ama okula daha çok arkadaşları için gider gibi bir hali vardı. Haşim Çatış, Selim Selçuk, Memet İkbal ve Nilgün Marmara, bu arkadaşlarından tanıdıklarım.

O gittikten çok yıllar sonra Seyhan, Şiir Atı Dergisi‘ni ikinci döneminde tek başına çıkarırken 2005 Bahar Kitabı’nda Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Umutsuzlar Merdiveni’nin fotoğraflarına yer verdi, orada ikisinin birlikte fotoğrafları da vardır. Bizi de bir cuma akşamı Kadıköy’deki Hatay Meyhanesi’nde tanıştırdı onunla: “Bu Nilgün Marmara… Bu Kağan Önal”. Kağan eşiydi. O gece meyhane çıkışında da Kızıltoprak’taki evlerine gittik, orada içmeye, konuşmaya devam ettik.

Sonra o eve çok gittik. Çoğunlukla da cuma akşamı önce Kadıköy’deki Hatay Meyhanesinde rakı içerek, giderek genişleyen masalarda yeni yüzlerle tanışarak, sohbet ederek, tartışarak, geceyi ve ertesi günü de yaşamak üzere Kızıltoprak’taki Nilgün ve Kağan evine gittik. Birkaç fotoğraf da vardır o evden. İlhan Berk, Tomris Uyar, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Akif Kurtuluş, Seyhan Erözçelik, Lale Müldür, Gülseli İnal, Ahmet Soysal, Mehmet Günsür, Emel Şahinkaya Günsür, Sezgi Altınok, Tevfik Akdağ ve Ece Ayhan benim hatırladıklarım. Ece Ayhan’ı en son andım, zira o daha sonra iki yıl kadar o evde, dipteki odada kalacak, okuyup yazacaktır.

Yazmıştım önceden. Orada bazen tüm hafta sonu kalınır, yenilir, içilir, konuşulur, tartışılır, uyunurdu. Sağda solda Kağan Önel için saçma sapan yorumlar okuyorum, onun “Nilgün kendi kendine bir şeyler yazardı, bilmezdik, meğer şiir yazıyormuş!” mealinde söylediği şeyleri, Nilgün için bir yazıklanmaya dönüştürerek eleştiriyor bilen bilmeyen. Oysa Kağan, “kimseye söylemezdi, hissettirmezdi şiir yazdığını” diyerek şiirin Nilgün için ne kadar özel, mahrem olduğunu vurgulamak istiyor. Ama dinleyen kim, efsaneyi yalanı yanlışı katarak çoğaltıyorlar. Benim de daha önce söylediğim, birazdan yine söyleyeceğim, Nilgün Marmara’nın şiir yazdığını kimsenin bilmediği, Nilgün’ün de kimseye söylemediği, hatta özellikle İlhan Berk tarafından sorulduğunda Nilgün’ün her seferinde “Yok öyle bir şey İlhan’cım” dediğidir. Bunu gizlediğidir.

Herkes hissederdi elbette onun şiir yazdığını, daha doğrusu şiirle beslendiğini, şiir yiyip içtiğini, Sohrab Sepehri’nin “ışığı içtim” demesi gibi bir şeydi bu. Türkçenin ve İkinci Yeni’nin önde gelen şairleriyle arkadaşlık etmesi, onları sürekli evinde ağırlaması, Amerikan Dili Edebiyatı’nda okurken Sylvia Plath çalışıp tezini de onunla ilgili yazması, gidişinden yıllar sonra derlenen Defterler ve Kâğıtlar’ın, bir tür yazınsal günce, şiirle dolu olması başka nasıl açıklanabilir? Ama her şey şiir dairesinde kalacaktır, iki sözcükten biri dize içinde olduklarını diğer sözcüğe bile sezdirmeyecektir ve dışarıya da boşluğu bile sızdırmayacaktır. Nilgün’ün ‘şiir yazdığını kimsenin bilmemesi’, çevrenin, kocasının ilgisizliğinden değil, aksine herkes fazla ilgiliydi, bana kalırsa yaptığı hazırlıkla ilgiliydi. Hiçbirimizin sezemediği buydu. Yoksa herkes şiir yazdığını, çevirdiğini zaten seziyordu. O nedenle şiirle çok ilgili olup, okuyup, düşünüp, konuşup da sıra “yazıyor musun?” sorusuna gelince “hayır” diyenlere artık inanmıyorum Nilgün’den sonra. Aksine onlar ‘benim’ diyen pek çok şairden daha sıkı, esaslı, şahane şiirler yazıyorlar biliyorum, bilmesem de hissediyorum.

Gidişinden bir ay kadar önce çalıştığım reklam ajansına geldi, odanın kapısını kapattı, çantasından bir dosya çıkarttı, “Bunlara bir bakar mısın, yayımlanabilir mi?” dedi, en üstteki kâğıdın üstünde yazılıydı kitabın adı: Daktiloya Çekilmiş Şiirler. “Kimseye de söyleme!” dedi, söylemedim. Akşam eve döner dönmez dosyayı okumaya başladım, bir şişe Buzbağ Şarabı ve bir paket sigara eşliğinde bitirdim, saat 12 filan gibi telefon ettim, çok beğendiğimi söyledim, “sahi mi?” dedi, yineledim, “basarız tabii” dedim, o yıllarda artık efsanevi de sayılan dergimiz Şiir Atı’nı aralıklı da olsa çıkarıyor ve aynı adlı yayınevimizden de şiir kitapları yayımlıyorduk.

Sonra sonra anladım. Meğer eşinden, şairlerden, arkadaşlarından gizli hazırlamış şiir kitabını, teslim etmiş, yayımlanacağını da öğrenince veda vakti gelmiş. 1 ay sonra da onlara gitmek için sözleştiğimiz 14 Ekim’den 1 gün önce 13 Ekim 1987’de bıraktı kendini dünyaya:

“ölüm henüz hepimizden küçüktü/benim güzel arkadaşım kırıldı fakat/…/arkadaşlık için çekilen o kısa film/henüz başlamıştı, geçmiş karardı/ve anısı kendinden önce yaşayan/ çıktı çıkarıldığı kötülüğün katından/güzelliğini herkesin içine attı”.

Hayatın ateşli bir hastalık olduğunu ondan ve ondan sonra öğrendim. Bazen şehirde konacak bir yerinin bile olmadığını insanın ve ‘herkes dışarı!’ deyip içine kanatlanacağını da. O benim arkadaşımdı, yakınımdı, kitabını bir yıl sonra 13 Ekim 1988’e yetiştirdik, eşi ve arkadaşım Kağan Önal ile birlikte çalıştık, düzenledik, Şiir Atı Yayınları’ndan çıkardık, kapağını Hakkı Mısırlıoğlu yaptı. Matbaadan aldığımız ilk baskıları cumartesi günü öğleden sonra toplandığımız Cumhuriyet Meyhanesinde şair ve yazar dostlarına armağan ettik, hem anısına kadeh kaldırarak hem de kitabından şiirler okuyarak Zelda’yı andık.

Meğer şiir yazıyormuş, meğer hayatı ateşli bir hastalık olarak yaşıyormuş, meğer böyle kısacık bir süre bile -dört yıl hepi topu- dünyanın ağrıttığı ruhları arkadaşlıkta buluşturup yakınlaştırıyormuş, meğer bazı arkadaşlıklar da şiirler gibi daktiloya çekilip unutulmaz kılınıyormuş!

“Çocukluğun kendini saf bir biçimde/ akışa bırakması ne güzeldi/yiten bu işte” Böyle.