Feridun Andaç

Refik Halid Karay sürgünlüğü, sürgünlükte geçen hayatını/hayatları değerlendirirken; sürgünlüğe dayanamamışların, bundan iz almamışların, dönüşlerinde silinip gidenlerin yazgısından buruklukla söz eder. Onun şu sözleri ise hep dokunaklı gelmiştir bana ki, sizinle paylaşmadan edemeyeceğim: “Zira bende bunlardan hiçbiri olmadı. Hem dayandım, hem dayattım, biraz ürktüm, epeyce tutuldum. Anadolu’da geçirdiğim birinci sürgünlüğümden Memleket Hikâyeleri ile geldim, Ziya Gökalp tarafından kayırıldığımdan, ters yüz çevrilmekten kurtuldum. Gerçek gurbette yaşadığım ikincisinden ise Sürgün romanıyla dönmemden önce, Büyük Atatürk’ün misafiri olarak yanına çağrılmak gibi, -hatırladıkça göğsümün kabardığını duydum- yüksek bir iltifata eriştim; fakat resmi affı bekledim.”

Bir de Gurbet Hikâyeleri vardır Karay’ın o döneminden derin izler taşıyan anlatıları olarak. Ama bence, Refik Halid Karay denince; tüm bunlardan geçerek gelip Bir İçim Su kitabında duralıyorum. Bir anlatı senfonisi, oda müziği gibi… Her bir sözün, tümcenin tınısı, anlamı sizi hemen sarmalıyor. Türkçeyi bu denli içli, dokunaklı, pürüzsüz anlatan çağının bir başka yazarını hatırlamak zor bunları okurken… Yıl 1924’tür. Okuyalım şunları:


Bir İçim Su
Refik Halid Karay
İnkılap Kitabevi

“Sıcak günleri, ter kokan insanlarla, insan kokan şehirlerden uzakta geçirmek için yaylada, meşe ve çamlar arasında kuytu bir yamaca çadır kurmuştum.” (“Çadırda”)

Damlaları zincir gibi halkalanmış, yine zincir gibi şakırtılı ve ağır bir yağmur altında Amuk Ovası’nı geçiyoruz.” (“Daha Güzel Olmalı”)

Teni amber, nefesi bergamot kokan, sesinde erganun ahengi ve yürüyüşünde bayrak dalgalanışı sezilen bu misilsiz güzel, kabil midir herkes gibi anasının karnında kapalı yetişip bildiğimiz çirkin şekilde dünya yüzüne çıkmış olsun?” (“Bir İçim Su”)

Işıkların toprağı olan gece! Sen el ile tutulmaz, ayak ile basılmaz, ağırlığı duyulmaz, nereden çıktığı belli olmaz, boşluklarda asılı kudsi bir tarlasın. Senin üzerine ışıktan tohum atılır, şuleden başaklar, şuadan ağaçlar yetişir. Boşluklarında ziya hasat ederiz. Gözlerimizin nimeti, ruhumuzun gıdası da sen olursun.” (“Geceye Kaside”)

Refik Halid Karay bize, Türkçe nasıl düşünülür/duyulur/hissedilir ve yazılır’ı gösteriyor. Bir yazar bütün geçmişiyle vardır. Yaşadıkları, düşündükleri, inandıkları ve yazdıklarıyla. Refik Halid Karay, bu anlamda, çok kimlikli/çok yüzlü bir anlatıcı. Fıkradan geziye, öyküden romana, anıdan denemeye edebiyatın birçok türünde yazmış, ürünler vermiş bir anlatıcı. Sanırım, onu, daha çok “gazeteci” diye nitelendirmek kolaycı yanımız, ya da o edebî birikimini göremememiz, üzerinde pek duramamamızdan kaynaklanıyor.

Andığım Bir İçim Su deneme kitabı akkor vari bir yapıt. Hissederek, düşünerek, kendini katarak yazılan bir türün başyapıtı da denebilir. Karay’ı bu çizgide tutan, – getiren demiyorum – yaşama kültürüdür. Yazıya adanmışlıktır. O sürgünlüklerinde bile yazıdan kopmamış; hatırlayarak, tutunarak, baş ederek, dayanarak ve dayatarak yazmıştır. Tüm bunlar bir yazar için vazgeçilmez yazı ilkeleridir de.

İlk Adımdan Sonrası

Kendisine asal iş/uğraş seçtiği “muharrir”likteki ilk adımı “Servet-i Fünun”da başlar. Bir iş’te tutunması için kardeşi onu derginin matbaasına getirir. Ahmet İhsan (Tokgöz) aile dostudur. O ilk günün zorluğunu şöyle anlatır:
O gitti; kardeşim de gitti, ben de tahrir heyeti odasında tanımadığım dört kişi ile yapayalnız kaldım: Mütercim Bedrettin, muharrir İsmail, Suphi, bir Ermenice mütercimi, bir de zabit. Önüme Fransızca bir telgraf ajansı kâğıdı uzattılar, ‘tercüme ediniz’ dediler. Yazdım, çizdim, tekrar dizdim, tekrar bozdum, ezildim, büzüldüm, kan ter içinde kaldım, yine de tam bir marifet gösteremedim. Fakat bir hafta sonra alıştım. Hem mütercimlik, hem muhabirlik, hem musahhihlik, hulâsa isimsiz gazetecilere mahsus ne iş varsa, hepsini yapıyordum. Henüz adım, sanım malûm değildi ve imzamı dahi gazetelerde görememiştim; belki de birçokları gibi hiç göremeyecektim. Acaba nefsim için bu daha hayırlı mı olurdu? Husus ile İngiliz komisyoncu seyahate çıkmamış olsaydı da matbuat yerine ticarete girmiş bulunsaydım, hayatımı daha rahat, daha emin, refahlı ve belâsız mı geçirirdim? Belki… Amma ne yapalım ki olan oldu ve ilk makalem intişar etti: “Sakın Aldanma, İnanma”. (*)

Görüleceği üzere Karay’ın yazı hayatı gazeteye makale yazarak başlar. Giderek muharrirliği bir meslek olarak benimser. Meşrutiyet’in ilanı onun yazı hayatına başlama tarihidir: 1908-1939. “Bu otuz bir senelik yalnız başlangıçta ve ortasında topu topu bir buçuk senelik memuriyet hayatım var; üst tarafını yalnız muharrir olarak geçirmişim. Geçinmişim. Mebus bile olamamışım. Demek ki itibarla yüzde doksan üççeyrek su katılmamış muharrir benim.” İlk imzalı yazısı ise 1909’da (“Ayşe’nin Talihi”) “Muhit” dergisinde çıkar. “İlk acemilik yazım” dediği bu öyküsü Memleket Hikâyeleri’nde yer alır.

Karay, asıl ününü öyküde değil, “mizahî makale”de yapar. “Kirpi” imzasıyla yazdığı yazıları onu bir ânda öne çıkarır. Düyûnu Umumiye Direktörü Âli Bey’in (1844-1899), Teodor Kasap’ın yayımladığı “Diyojen” mizah gazetesindeki mizahi yazıları onu etkiler. “Diyebilirim ki Âli Bey’in anahtarları benim dimağımda, kapalı bir hücreyi açtı; başımın karanlık bir köşesine ışık ve hararet saldı; mizah tohumunun filizlenmesine sebep oldu.” Bunu “Resimli Kitap”, “Servet-i Fünun”daki yazıları izler. “Tercüman-ı Hakikat”e arada bir (1878-1921) başmakaleler yazar. O, o günlerde, “mizah benim işim değil,” dese de; “Kalem” adlı mizah gazetesine “Kirpi” imzalı mizahi yazılar yazmaya başlar, ardından “Cem” dergisinde sürdürür. İttihatçıların hedefindedir. Çünkü yazdığı yazılarında onun muhalif/eleştirel kimliği ön plandadır. Refik Halid bu yazılarından dolayı Sinop’a sürgüne gönderilir. Bir süre Bilecik’te kalır, yazılarını buradan sürdürür. İstanbul’a döner. Ziya Gökalp’in desteğiyle “Yeni Mecmua”da yazmaya başlar. “Vakit”, “Tasvir-i Efkâr”, “Zaman” gibi gazetelerde yazar.

Mondros Mütarekesi günlerinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na girer. Bu kez, yanlı bir gazetecidir artık. Millî Mücadale karşısındaki tutumu onu İstanbul’dan koparak Lübnan’da yaşamaya sürükler. Bu onun ikinci sürgünlüğüdür.

Sürgünde Var Olmak

Karay, 1927’de, Cumhuriyet’in yeni yönetimini eleştiren yazılarını burada yazmayı sürdürür. Artık sürgündedir, ülkeye dönemez. 1938’deki genel afla yurda dönebilir ancak. Bu kez, “Tan” gazetesinde yazmaya başlayacaktır. Bu dönemi 1965’e kadar aralıksız sürer. İlk romanını 1918’de (İstanbul’un İç Yüzü), ilk öykü kitabı Memleket Hikâyeleri’ni de 1919’da yayımlar. Yazılarını da 1911’de Kipri’nin Dedikleri adıyla çıkarır. “Kirpi” takma adıyla yazdığı yazılarında beliren muhalif kimliği onu yeni bir yöne iter. 1913 Sinop sürgünlüğü bir dönemeçtir Karay için. Edebiyata dönmüştür. İkinci sürgünlüğünde ise bu yanı daha ağır basacak, dönüşünde Gurbet Hikâyeleri, roman ve denemeleriyle okurun karşısına çıkacaktır.

Ziya Gökalp’in ona açtığı kapı, öyküye başlangıcında etkilidir. Öyle ki, “Yeni Mecmua”ya gönderdiği (“Sarı Bal”, Şaka”) öykülerini Bilecik’te yazar. Karay, dergide yayımlanan öyküsünü ancak sürgünlük dönüşünde görebilecektir. “Herkes ne derse desin, neye zâhip olursa olsun, ne mâna verirse versin, ‘Yeni Mecmua’ benim ruhumun da dinlendiği lâtif, serin, sakin bir çınar altıydı.”

Karay, işgal İstanbul’unda Aydede” adlı haftalık mizah gazetesini çıkarır (1922). Millî Mücadele’yi hicveden yayın çizgisi nedeniyle, 150’likler listesine girer. Sürgünlük dönüşünden on yıl sonra, Mayıs 1948’de “Aydede”yi yeniden çıkarır, ama ömrü kısa sürer, Ekim 1949’da 125. sayısında kapanır.

Türkçenin Tınısı

Refik Halid Karay’ın yazı dünyasında öne çıkan bir yanı da denemeciliğidir. Öyle ki, gündelik gazete yazılarına sinen bu bakış, bir süre sonra bu yazı biçimiyle onu üslupçu bir yazar kılar. Bir sözden bir dünya kurabilen, bunu da denemenin söyleyiş biçimiyle yazan Karay, aynı zamanda öğreticidir de. 

  • Kendi Yazıları ile Refik Halid Karay, Hikmet Münir Ebcioğlu; Semih Lütfi Kitabevi, 1948, 91 s.

Arka Kapak dergisi 15. sayı