Atila Sarıkaya

Dünyanın ‘olduğu gibi olması’nı nasıl izah edebiliriz? Deniz neden mavi görünür ve bir tırtıl nasıl olur da kelebeğe dönüşebilir? Daha derin olanları bir yana, bunlar gibi çocukça gibi görünen sorular bile her daim insanlık olarak dünyaya anlamlar giydirme çabamızın içinde yer aldılar ve almaya da devam edecekler. Anlam arayışımız o denli kuvvetliydi ki zamanla gelişen toplumsal sistemler içinde kendine has sınıflar bile yarattı. Temel ihtiyaç mallarının üretimine doğrudan katılmasına gerek kalmadan sistemden beslenebilen bu sınıf, kâh kabile büyücüsü kıyafetiyle gelecekten haber verdi, kâh din adamı kıyafetiyle yıldızların hareketlerinin sebeplerini açıkladı… Günümüzde ise dünyanın nasıl işlediğini ve neden ‘olduğu gibi olduğu’na açıklamalar getiren, insanlık tarihine göre yeni sayılabilecek bir toplumsal grup var: Bilim insanları.

ideoloji-olarak-biyoloji

İdeoloji Olarak Biyoloji – DNA Doktrini
R. C. Lewontin
Çev. Cengiz Adanur
Kolektif Kitap

Elbette bilim insanları kabile büyücüsüne göre çok daha karmaşık bir toplumsal ilişkiler sistemi içinde yer alıyorlar ve büyücünün aksine toplumsal üretime doğrudan katılıyorlar; ne var ki paylaştıkları ortak bir amaç da var: Dünyanın bir anlam çerçevesi içinde izah edilmesi. Bu anlam çerçevesi tılsımlıdır; zira aynı dokunduğu şeyi meşru hale getirir. Eski zamanlarda yaşasaydınız, evinize bir yıldırım düştüğünde “Tanrı sizi böyle cezalandırdığına göre mutlaka bunu hak edecek bir şey yapmış olduğunuz” söylenecekti belki; şimdi ise “elektronları cezbeden bir sivri çatı altında oturmanız” nedeniyle başınıza gelenin normal olduğu söylenecektir.

Çoğu zaman bilim, ‘büyük bilinmez’le irtibata geçmeye hak kazanmış bir grup seçkin insanın göklerden kopardığı küçük hakikat parçacıklarını biz sıradan insanlarla paylaştığı bir masalsı dünya faaliyetiymiş gibi resmedilse de, özünde diğer üretim faaliyetleri gibi sosyoekonomik sistem bünyesinde yaşıyor ve geçimini bilimle sağlayan insanlar tarafından meydana getiriliyor. Bu bağlamda, diğer insan faaliyetleri gibi bilim de insan psikolojisinden, sosyolojisinden ve ekonomik ilişkilerinden etkileniyor ve aynı zamanda da onları dönüştürüyor.

Bilim insanları da diğer insanlar gibi içinde yaşadıkları toplumun değer yargılarını taşıyorlar ve bu, mevcut toplumsal yapının sürdürülmesi doğrultusunda ürünler vermelerinin yolunu açıyor. Bilim tarihinin bugün bize utanç verici olarak görünen sayısız olayında bu uyuma dair örnekler bulabiliriz. Irkçılık, bilimsel temellere sahip olduğunu iddia etmiştir ve bunu ‘bilimsel bulgular’ ile desteklemiştir. Zencilerin ırksal olarak düşük zekâlı olduğunu ve bu nedenle alt sınıftaki konumunu hak ettiklerini ‘bilimsel olarak’ ispatlayanlar çıkarının peşindeki şarlatanlar değildi yalnızca; durumun böyle olduğuna gönülden inanan zamanının saygın bilim insanları da bu ahmaklığa katılmışlardı. Öte yanda Nobel ödüllü fizikçi Richard Feynman, atom bombası projesinde testin başarıyla sonuçlanmasının ardından, yaptığından pişmanlık duymakta olan bir diğer saygın fizikçi Bob Wilson’a adeta bir çocuk gibi “Bizi işin içine sokan sendin.”1 derken, zamanının toplumunun bir parçası olduğunu da ortaya koymuş oluyordu.

Bilimin, kendisini doğuran toplumsal ve ekonomik güçlerin yönlendirmesine açık olduğunu ve onun çizdiği sınırlara uyumlu hareket ettiğini vurgulayarak bizleri “Makul Bir Şüphecilik”e davet ediyor Lewontin. Bununla da yetinmeyip bilimin yalnızca uzmanlar değil, tüm toplum katmanları tarafından sahiplenilmesi gerektiğinin altını çiziyor: “Bu kitap, okurları, bilimi uzmanlara terk etmemeleri, bilim tarafından akıllarının bulanmasına izin vermemeleri ve herkesin paylaşabileceği gelişmiş bir bilim anlayışını talep etmeleri yönünde cesaretlendirecek siyasi bir gayeye de sahiptir.”2 Bu çağrıya kulak verelim, kabul; ama tam olarak neye karşı tetikte olmalıyız?

Uzmanlık alanı olan popülasyon genetiği konusunda akademik çevrede devrim yaratan kişilerden biri olarak görülen Richard C. Lewontin, daha geniş bir çerçevede ise biyoloji felsefesi tartışmalarının önemli bir tarafının sözcüsü olarak niteleniyor. Bu taraf için, “sosyobiyoloji ve biyolojik belirlenimcilik” karşıtlığı diyebiliriz. Edward Wilson’ın 1975 yılında yayınladığı “Sociobiology” (Sosyobiyoloji) kitabındaki tezlere karşı Stephen Jay Gould ile birlikte yazdıkları “Against Sociobiology” (Sosyobiyoloji’ye Karşı) adlı bildirileri ile ses getirdiler ve sonrasında da insanın ve toplumun belirlenimci çerçeveden izah edilmesine şiddetle karşı çıkan taraf olarak mücadelelerine devam ettiler. Onlara göre insanın belirlenimci yorumlanışı, toplumun sınıfsal çelişkilerini çözmekten ziyade ‘zaten olması gerektiği gibi olduğu’ algısını dayatarak adaletsizlikleri makul göstermeye yarar; zira belirlenimcilikle kadercilik kardeştir.

Bilim önemlidir, zira meşruiyet mührünü elinde tutmaktadır. Lewontin’e göre sosyobiyoloji, biyolojik belirlenimcilik kaldıracını kullanarak kendi ideolojisini bilimsel forma sokar. İnsanlar arasında doğal bir hiyerarşi vardır çünkü farklı yetenekler hiyerarşide kendine uygun katmanlara tekabül eder. Ayrıca bu farklılıklar kalıtsaldır da; yani sizin toplumdaki yerinizi belirleyen en önemli etmenleri soyaçekim yoluyla edinirsiniz. Şöyle de karikatürize edebiliriz: Genler insanı, insan da toplumu yaratır; o halde genler, -çeşitliliklerinin bir yansımasını da içeren- toplumu yaratırlar. Bu düşünce sistematiği, günümüzün indirgemeci bilim anlayışı ile de uyum içerisindedir.

alintiGilles Deleuze’ün de belirttiği gibi, insan doğası konusu doğal haklar ile ilişkilidir5 ve doğal haklar konusunda çizdiğiniz çerçeve devasa bir şeyi, bir toplumsal sistemi yaratır. Yüzyıllardır süren bu tartışma artık küllenmiş gibi görülse de kanaatlerimize işlemiş olduğu için fark etmediğimiz bir heyula olarak toplumsal çelişkilerimizin içinde yaşamaya devam ediyor.

İndirgemeciliğin temel sorunu, Lewontin’e göre, dünyanın küçük öğeciklerden oluştuğunu ve bu öğecikleri ‘esas’, onların oluşturduğu kümeleri ise ‘tali’ olarak yorumlamak ve bilgiyi en dipteki seviyede aramaktır. Bu öğecikler duruma göre genler, atomlar, hatta kuarklar bile olabilir (Steven Pinker’ın örneklediği gibi, indirgemelerin sonunda I. Dünya Savaşı’nı “trilyarlarca kere trilyarlarca kuarkın hareketleri” olarak yorumlayabilirsiniz) Oysa bu düşünüşte muhayyilenizin alamayacağı kadar veriyi kullanmanız gerekeceğinden ve birçok bilgiyi de kaybetmiş olacağınızdan hiçbir yere varamazsınız. Genlerin ‘efendi moleküller’ olarak görülmesi de organizmanın dış çevre ile ilişkilerini ve toplumun birey ile ilişkilerini gölgeleyerek bilgi kaybına neden olur. Evet, günümüzde artık ölmeye yüz tutmuş olan doğa ve yetişme tartışmasına varmış bulunuyoruz; ancak bu tartışmanın makul bir dengeye oturmasında Lewontin gibi bilim insanlarının katkısı olduğu muhakkak.

bos-sayfa

Boş Sayfa: İnsan Doğasının Modern İnkârı
Steven Pinker
Çev.: Mehmet Doğan
Boğaziçi Ü. Yayınları

Yine indirgemecilik bağlamında, nedenlerle etmenleri birbirine karıştırdığımızı vurguluyor Lewontin. Sözgelimi belirli bir kanser türünün nedeni olarak asbestin gösterilmesi, toplumsal üretim ilişkilerimizin etkisini arka plana atmakta ve “cansız nesnelerden fetiş yaratmakta”dır. Asbest gittiğinde yerini bir başka canavar madde alacaktır. Tüberkülozun öldürücülüğüne yol açan etmenlerden birisi tubercle bacillus ise, bir diğeri de kontrolsüz kapitalizm değil midir?3

Belirlenimcilik, gen-organizma ilişkisi, birey-toplum ilişkisi gibi konuları mütalaa ederken, esasında çetrefilli bir nüvenin etrafında dönüyoruz: insan doğası tartışması. Lewontin’in berrak ifadesini aynen aktaralım: “Siyaset felsefesi, insan doğasına dair bir kuramdan yola çıkmalıdır. Hiç kuşkusuz, insanın gerçekte ne olduğunu söyleyemiyorsak şu ya da bu toplumsal örgütlenmeyi tartışamayız. Özellikle toplumsal devrimciler, insanın gerçekte ne olduğuna ilişkin bir fikre sahip olmalıdırlar, çünkü devrime davet, bütün toplumu yeniden örgütlemeye ve kan dökmeye davettir.”4

Lewontin, toplumdaki eşitsizliği meşrulaştırma aracı olarak kullanılan sosyobiyolojinin bilimsel gömlek giymiş bir değişmez insan doğası kuramına yaslandığını bildirirken, gözümüzü açık tutmamız için bizleri uyarıyor. Buna göre, bir insan doğası tarif edilir, bu doğanın DNA’da kodlandığı (ve dolayısıyla değişmez olduğu) öne sürülür ve son olarak, DNA’nın milyar yıllık seçilimin ürünü olduğu vurgulanarak bu imbiklerden geçmiş tecrübenin birkaç bin yıllık aklımızdan daha üstün olduğu ima edilir. Ancak burada tehlikeli nokta, her davranış biçimi için bir doğal seçilim hikâyesi uydurulabilmesi ve döngüsel mantıkla kurulmuş bir neden-sonuç silsilesi sayesinde bu uydurma hikâyenin doğru olması gerektiği sonucuna varılmasıdır.

Gilles Deleuze’ün de belirttiği gibi, insan doğası konusu doğal haklar ile ilişkilidir5 ve doğal haklar konusunda çizdiğiniz çerçeve devasa bir şeyi, bir toplumsal sistemi yaratır. Yüzyıllardır süren bu tartışma artık küllenmiş gibi görülse de kanaatlerimize işlemiş olduğu için fark etmediğimiz bir heyula olarak toplumsal çelişkilerimizin içinde yaşamaya devam ediyor.

Gündelik hayatta insan doğası tartışmasına bir örnek olarak fıtrat konulu tartışmaları verebiliriz. Sizce de ölüm, madenciliğin fıtratında mı vardır? Kolay bir soru oldu sanırım… Kadın ve erkeğin doğasından kaynaklanan farklılıklar nedeniyle farklı haklara sahip olmaları gerektiği görüşüne katılıyor musunuz? Yine mi hayır? Peki, erkeğin aldatması ile kadının aldatması denk midir? Aranızda kararsızlar olduğunu görüyorum. “Genlerini aktarabileceği çocuk sayısı bakımından cinsiyetler arasında mevcut olan kuvvetli eşitsizlik, erkeğin çokeşliliğe evrimsel olarak yatkın olmasına neden olmuştur ve erkek kalıtımsal olarak miras aldığı bu doğanın dürtüleri ile hareket etmektedir. Dolayısıyla aldatmalar denk değildir.” – bu düşünceler makul geldi mi? Tırnak içindeki bu iddiada, Lewontin’in vurguladığı “evrimsel hikâye uydurma”, “kalıtımdan kaynaklanan değişmezlik algısı yaratma” ve “doğa/içgüdü özünün yarattığı kaçınılmazlık” gibi konuların bir cümlelik parodisini kurmaya çalıştım. Buna dayanarak da bir doğal hak çıkarsaması yaptım. Ne kadar da tanıdık, değil mi?

İnsan doğası sorununu bilimsel olarak ele alan, aynı zamanda da Lewontin’in ‘karşı cephe’sinde konumlanan önemli isimlerden biri olan Steven Pinker’dan da bahsetmezsek resmin çerçevesi eksik kalacak. Boş Sayfa – İnsan Doğasının Modern İnkârı6 isimli kitabında, ‘insanın özü’ kavramının içini dolduruş tarzımıza göre toplumsal ilişkilerimizin nasıl biçimlendiğini detaylı ve sürükleyici bir şekilde işliyor Pinker. Kendisine göre insan, üzerine deneyimlerin zamanla işlendiği boş bir sayfa – bir tabula rasa olarak dünyaya gelmez; aksine, deneyimler insan doğasının biçimlendirdiği kaplara dökülerek biriktiği için doğa her zaman etkindir ve bu nedenle insanlığın evrensellerine tüm insan topluluklarında rastlayabilirsiniz.

Boş Sayfa’da Lewontin’den de bahsediliyor, ama övgülerle dolu olduğu söylenemez. Lewontin ve Gould’un da dâhil olduğu “Sosyobiyoloji Çalışma Grubu”nun, Sosyobiyoloji’nin yazarı Wilson’a -ve aynı çevreden diğer bilim insanlarına- karşı ırkçılık, cinsiyetçilik, eşitsizlik, kölelik ve “soykırımı savunmak için kişisel önyargılarla hareket etmek” gibi altı boş ithamlarda bulunduğunu ve bu insanların toplum tarafından haksız protestolara maruz kaldığını detaylarıyla anlatıyor Pinker. Bu gruba karşı “insan ne kadar alçalabilir” diyebilecek kadar da öfkeli…7

Açıkçası, takip edebildiğim kadarıyla günümüzün bilimsel söyleminde Lewontin’in resmettiği gibi bir “her şeyin temeli genlerdir ve onların belirlediği hayatın dışına çıkamayız” anlayışı hâkim değil. Elbette bu, kendisinin çöp-adamdan bir düşman yarattığı anlamına gelmiyor; aksine, Lewontin ve Gould gibi kişiler, insana doğa biçme’nin tehlikelerini sezdiler ve toplumu uyarma zorunluluğu hissettiler.

Lewontin, “savaş generallere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” sözünü bilimi de kapsayacak şekilde genişletiyor. Evet, konu hepimizi ilgilendiriyor.

Dipnotlar____

1 . Feynman, “Eminim Şaka Yapıyorsunuz, Bay Feynman”, Evrim Yayınları, 2000, S. 142

2 . Lewontin, “İdeoloji Olarak Biyoloji”, Kolektif Kitap, 2015, S. 29

3 . A.g.e., S.54

4 . A.g.e., S.71

5 . Deleuze, “Spinoza Üzerine Onbir Ders”, Kabalcı, 2008, S. 105

6 . Pinker, “Boş Sayfa – İnsan Doğasının Modern İnkârı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013

7 . A.g.e., S. 140~146

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 4.sayısında yayınlanmıştır.