Birdal Akar

Hakikate ne pahasına olursa olsun göğüs gerebilecekler için, manzara bir cinayet mahalline benzer: Bir yanda Hafız’ın, Rumî’nin ilahî aşkla esrik terennümleri, diğer yanda Hegel’in, Nietzsche’nin insanı geleneksel değerlerden ayırarak yalınlaştıran, yalnızlaştıran rasyonel saldırıları. Batı-dışı toplumlar gürültülü ve bazen ölümcül bir kimlik kaybına; yüz yıl öncesine kadar “mütefekkir” diye geçinen Batı-dışı “filozoflar” ise dürüst bir kimlik kaybı tespitine sürüklenmektedir.

Geçtiğimiz aylarda hayata veda eden Dâryûş Şâyegân’ın düşüncesi, gerek İran’da yaşadığı dönem ve gerekse bu dönemin hadiselerine layık gördüğü perspektif bakımından onu en kulak verilmeye değer Doğu düşünürlerinden biri hâline getirdi. Tarihteki din devrimlerinin en katı örneklerinden birini yaşamış, üstelik Hint-Avrupa kökenli bir mütefekkir güruhunun felsefeye ilgisiz kalması, felsefi düşünceyi görmezden gelmesi elbette beklenemezdi. Çünkü böyle zamanlarda, toplumdaki bilge kişilerden, yaşanan durumla düşünülen durumu karşılaştırarak teoriden pratiğe giden bir tespitler ve çözümler koridoru açması beklenir.

Şâyegân’ın eserlerini birbirine darboğazlarla bağlı anakaralar gibi çizerek meydana getirdiği fikir atlası, bize alelade bir felsefeci gibi sırf teorik akıl yürütme ve tespitler sunmakla kalmaz; tôn anthropôn pragmata’nın polemik potansiyelinden hiç vazgeçmeyerek, kıymetli bir praksis lejandını da gözlerimizin önüne serer. Bunu net biçimde, Batı-dışı bir topluma felsefe yapan bir düşünürün elinden çıkabilecek belki de en yetkin Nihilizm çözümlemesi olarak, Batı Karşısında Asya’nın ilk bölümlerinde müşahede ederiz. Bu sayfalarda anlatılan Nihilizm, teoride biten ve tarihin akışına hiçbir etkide bulunmayan, derslerde saat doldurmak için anlatılan bir Nihilizm değildir. Dünya tarihinin seyrini değiştiren, yeni kültürel ve siyasi paradigmalar yaratan, yaşayan bir Nihilizmdir.

Şâyegân yukarıda sözünü ettiğimiz beklentiyi ustalıkla karşılarken, kendi toplumuyla, devletiyle ve hatta yakın dostlarıyla hesaplaşmanın dozunu da hiçbir zaman düşürmez. Örneğin din devrimi öncesinde insan sevgisiyle beslenen bir derviş gibi konuşup dolaşırken, devrimden hemen sonra iktidarın yanında saf tutarak en hunhar kanaat önderlerine dönüşen filozoflar Şâyegân’ın en yakın dostlarıdır ve eserlerinde fantastik bir öykünün kahramanları gibi dolaşırlar. Onun güzergâhındaki uğraklar yalnızca devrim türünden görkemli tarih olguları da değildir. Kâh sanatın kürsüsünü yitirip kişiliksizleşmesine çattığını görürüz; kâh Tahran’ın tarihi çehresinin yoğun tahribatına ve nihayet içine sokulduğu modern, zevksiz, mavi camlı giysilerle kavgasına tanıklık ederiz. Batı-dışı coğrafyalarda iş yapan ressamlara, şairlere ve müzisyenlere, hem olumlu hem de olumsuz pek çok kez değindiği olur. Kültürü inşa eden ve bu yolla her medeniyeti ayakta tutan unsurlar olduğundan, bunların Şâyegân gibi olgularla düşünen bir filozofun gözünden kaçması imkânsızdı.

Batı Karşısında Asya’da, tarihin –hem bilim hem de nesne anlamında– ne olduğu tespitinin Hegel tarafından son kez yapılmasıyla birlikte, bütün bir dünya tarihinin Batı tarihine dönüşmesine atıfta bulunur. Bu, Batı ve Doğu’ya ne Batılı ne de Doğulu olabilmiş bir perspektiften baktığını sitemle, ironik bir tavırla kabul eden Şâyegân’ın miladî takvimdeki en vurgulu işaretlemesidir. İşaret, Doğu’daki sorunlu bilincin ve kültürel şizofreninin başlangıcı olarak okurun gözüne sokulur. Başka bir ifadeyle, Hegel’in ince ince işleyerek iki doğuyla iki batının tapusunu Batı medeniyetine devrettiği bu tarih doktriniyle birlikte, Batı olmayan her yer Batı olmak, Batı gibi olmak, mümkün mertebe Batı’ya benzemek için çabalamak zorunda kalmıştır.

Şâyegân’ın baktığı Batı’nın karşısında, birkaç istisna dışında hep Asya vardır, ancak o, Batılı olmanın bir coğrafi konumlanıştan ileri gelmediğini gözden kaçırmayacak kadar da dikkatlidir. Kendi ifadelerinden hareket edersek, Meksikalı büyük şair Octavio Paz da Batı-dışı bir toplumun düşünürüdür. Şâyegân’ın “Batı-dışı” kavramı, toplumsal düzeninde Batı’dan mülhem bazı modern değerlerin etkili olduğu, bununla birlikte bu yeni değerlerin toplumdaki binlerce yıllık kültürle çeliştiği, geleneğe dair her hatırayı işlevsiz bir zikir hâline getirdiği coğrafyaları anlatır. Hâliyle, “Batı-dışı” kavramı hem en doğudaki Japonya’yı, hem de en batıdaki Latin Amerika ülkelerini içine almaktadır.

Batı toplumlarının yaşadığı kültürel dönüşümler ve travmalara Batı-dışı toplumlar –hâlâ– yabancı olduğundan, onlarda demokrasi, bireysel özgürlükler, modern hukuk vs. kavramların gördüğü itibar ve değeri Batılı olmayanların anlaması imkânsızdır. Bununla birlikte, Batılı olmayanın kendisi için bir montaj hâlinde, zorlama biçtiği Batılı kimlik, bilincinde tahribata yol açar ve kültürel şizofreniyi doğurur. Batıyla kıyaslanınca, tarihimizde boş kalmış mecralardan ötürü, modern Batı mitlerinin bizim toplumlarımız için aynı derecede çekici olması imkânsızdır. Buna karşılık, toplumsal düzenimizi bu mitlerin inşa edildiği toplumlardaki düzene benzetmeye çalıştığımız için, mitlerin bizim için de aynı derecede çekici olmaları zorunlu hâle gelir. İçine düşülen bu kısır döngü, Doğulu kimliğin kaybını ifade etmektedir. Sonuç olarak Batılılaşma hareketleri, Şâyegân’a göre, kurbanına hiçbir açık yol bırakmayan bir çıkmaza girmektir.

Öte yandan, Batılılaşma hareketleri de kendi içlerinde farklılaşmaktadır. Felsefenin kurtarıcılığına bir gönderme olarak, Şâyegân, 20. yüzyılın başında Japonların Heidegger ve Hussserl’in tedrisatına öğrenci göndermelerinden söz eder. Japonların bunu yapmaktaki asıl amacı, Batı düşüncesinde fenomenoloji başlığı altında ortaya çıkan değişimlerin öncülerini tanımaktır. Japonlar böylesine basiretli bir hamleye kalkışırken Tahran Üniversitesi’nde hâlâ Felicien Challaye okutulmaktadır!

Japonya ve İran örneğine bir üçüncüsünü, Türkiye’yi eklemeyi denersek, mesele daha ciğer yakan bir hâle gelir. Challaye İslam üzerine düşünmüş bir Batılıydı. Bizdeyse Batılılaşma hareketinin başlamasıyla birlikte İslam ve Doğu üzerine bütün düşünceler rafa kalktı, yalnızca Batı üzerine düşünen Batılı filozoflar okunmaya başlandı. Günümüzde gelinen noktada üniversitelerimizde sessiz bir cenaze merasimi olmaktan öteye gitmeyen felsefe dersleri düşünüldüğünde, Batı’yı anlamak konusundaki hâlimiz, kanlı bir din devriminin yaşandığı İran’dan daha iyi görünmemektedir.

Eğer Şâyegân’ın tespitine uyarak düşünmenin mümkün yalnızca iki ekseni olduğunu kabul edersek, Batı-dışı toplumlar için düşünmek artık imkânsızdır. Bunlardan ilki ulusal hatırayı anma; ikincisiyse –Batının karakteristiğini meydana getiren– eleştirel ve analitik düşünme anlamında yaratıcı aklın gücüne yaslanma. Bizim toplumlarımız artık ulusal hatıradan koptuğu gibi, eleştirel düşünmeye de büsbütün kapalıdır ve bu durum, Şâyegân’ın kendi adlandırmasıyla “ne bu ne o” diyebildiğimiz bir fetret dönemini ortaya çıkarmıştır.

Geleneği kopyalamak bizi kurtarabilir miydi? Elbette hayır. Şâyegân’a göre çıkmaz, selatin camileri yapamıyor oluşumuzda değildir. Batı medeniyeti de günümüzde gotik kiliseler inşa edememektedir. Onun gördüğü ve tespit ettiği çıkmaz, Doğu toplumlarının başına gelmiş bir tür zihin felcidir; Batı’nın birçok sahada, örneğin mimaride Le Corbusier’ninkine benzer hamleler yaparak yeni çıkış yolları aramasına karşılık, Doğu’nun en hayati sahalarda bile en ufak bir arayışa girmemesidir.

Şâyegân Batı’nın tarihî travmalarını hiçbir şekilde neşeyle, özlem veya özentiyle anmıyor. Onun tespit ettiği sorun, bizim Batı-dışı toplumlar olarak kendi geçmişimizle büsbütün uygunsuz bir geleceğe doğru çaba göstermemizdir. Şeytani Faust’un Batı’yı ileriye taşıyan bir ruh, bir anlayış olduğunu söylüyorsa, tarihte çarpıklık olarak, bu ruhun neden Doğu toplumlarında ortaya çıkmadığı sorusunu cevaplandırmaktan da geri durmaz: “Çünkü Doğulu maneviyat, akla mutlak itibar etmediği gibi bilinçaltı gücünü de görmezden gelmemişti, her ikisini de kendi çerçevesinde sınırlı tutmaktaydı.” Bu, Batı ve Batı-dışı arasında uçurum gibi bir farkın tespitidir. Faust’un ve Raskolnikov’un inşa ettiği medeniyetten söz ederken Batı’ya övgü veya özentide bulunmaz; bir montaj kurgusunun yarattığı, maddesiyle formu birbirine uymayan Batı-dışı toplumlardaki sorunlu bilinç ve yine Batı’nın tespitlerinden ilhamla kendi adlandırdığı biçimde, bir şizofreni nöbetine sitemde bulunur.

Arka Kapak dergisi 36. sayı