Ayşe Yılmaz

Don Kişot’un, birbirine zincirlenen öykülerin sonunda çerçevelenerek bir bütünü oluşturan bir eser,bir roman olarak yalnızca moderniteyi değil, aynı zamanda metaroman olarak postmoderniteyi de etkilediği söylenir. Hatta her daldan sanatçıyı, birçok eleştiri kuramını da. Okura hiçbir anlatının bir son olmadığını açıkça gösteren ve yeniliğini eskinin tamamen tüketilmesinden alan2 iddialı çıkışı ve yüzyıllardır yerinden edilemezliği hesaba katıldığında Don Kişot ilk bakışta tiyatro, sinema, müzikal alanında birçok uyarlamasının yapılacağı izlenimini uyandırıyor insanda. Ancak biraz araştırılınca bu düşüncenin yanıltıcılığı gün yüzüne çıkıveriyor. Dünya sinemasında bir avuç film arasında dişe dokunur bir yapıma rastlanmazken, Türk sineması için durum daha bir içler acısıdır. Don Kişot Sahte Kahraman adında neredeyse birebir bir uyarlamadan söz edebiliyoruz, ancak kopyası elimizde değil. Bir ikincisi de yalnızca Don Kişot ruhundan hareket eden metaforik bir yaklaşım sunan Martıların Efendisi.

Don Kişot Yeşilçam’da

Senaryosunu Artun Yeres’in yazdığı ve Semih Evin’in yönettiği Don Kişot Sahte Kahraman, komedi türünde bir film olsa da aslında bir hiciv ve taşlama örneği de sayılabilir. Başrol oyuncuları Don Kişot rolündeki Münir Özkul ve Sanço Panço rolündeki Sami Hazinses’tir. Don Kişot ve Sanço iki kardeştir ve yazar onları aynı kumaştan yapmıştır.3Aynı Münir Özkul ve yaveri Sami Hazinses’in bu film için biçilmiş kaftanlar olması gibi. Bu açıdan bakıldığında, oyuncu seçiminin gayet iyi olduğu söylenebilir. Ayrıca Hayati Hamzaoğlu, Mürüvvet Sim, Kadri Ögelman ve 1971 mankenler kraliçesi üçüncüsü Ceyda Karaca da oyuncular arasındadır.

Gelibolu’da bir çiftlikte, gerçek yeldeğirmenleri arasında çekilen filmin yönetmeni Abdurrahman Keskiner, filmle ilgili işletmecilerden tebrik fotoğrafları aldığından söz eder. Münir Özkul da sinemaya çok emek verdiğini söyler ve Don Kişot karakteriyle bu işin sefasını sürüp süremeyeceği konusunu dile getirir.

Türk sinemasında bir dönem “masal sineması” denebilecek bir yaklaşımla filmler çekildiği görülür. Bu sinema türü, jilet reklamlarındaki sinekkaydı tıraşlı yüzler kadar yakışıklı olmayan tipler için de imkânlar sağlar. Buradan hareketle, film kayıp olmasına ve muhtemelen çok kişi tarafından da bilinmemesine rağmen, onca yıl bu sektörde çalışan Münir Özkul’un da gerçek anlamıyla bu film sayesinde keşfedildiği söylenebilir.

Filmde bir rüya sahnesinde sahte şövalye, sevgilisi Dulcinea ile çocuklar gibi mutludur. Gerçekte bulamadığı güzelliği rüyalarda yaşar. Filmden karelerin yer aldığı başka bir fotoğrafta Münir Özkul, güçlü bir kumandan edasıyla kasılıp var gücüyle yel değirmenine saldırır, ancak bunu başaramaz. Don Kişot, büyük bir kinle saldırdığı değirmenin hızla dönmekte olan kanatlarına takılır ve havada asılı kalır. Kanatlarla birlikte birkaç tur döndükten sonra ancak kurtulur:

“‘Değirmenler nerede?’

‘İstanbul’da değirmen var mı ki?’

‘Kalkın bari Hollanda’ya gidelim beyler, başka çare yok. Fazla kafamı kızdırmayın, vallahi size saldırırım.’”

Selam Durun Don Kişot’a!

Yönetmenliğini Mehmet Ada Öztekin’in yaptığı, Mehmet Günsür’ün başrolünü oynadığı Martıların Efendisi de, bir gişe filmi değil, bir Don Kişot olma iddiasını taşıyor. Mehmet Günsür bir röportajında tüm bunları şöyle açıklıyor: “Gişeyi düşünmeden hikâyemizi anlatmak istedik, sanatsal yönü olan bir film yaptık. Bu, bir romantik komediye gidermiş gibi gidilecek bir film değil. Başka bir film, başka bir hikâye. Don Kişot hikâyesi aslında; bir adam ve karşısında bir dünya.”

Tuzla’da deniz kenarındaki müstakil bir evde iki yardımcısıyla birlikte yaşayan ve etrafında olup bitenleri kendi bakışından, kendi gerçeklik algısıyla yargılayan bir karakter. Şenol, namıdiğer Martıların Efendisi. Bir şizofren. Her gün martıların yanına koşup getirdikleri haberleri dinler ve yeni talimatlar yağdırarak uğurlar onları. Bir sabah, zorla evlendirildiği için kendini sulara bırakan Birgül’ün ölmek üzere olan bedeni kıyıya vurur. Bir görev için gönderilecek yaveri bekleyip durduğu gün gelip çatmıştır işte. Hazırlıklara başlanır. Bir yandan zorlu, mücadeleyle geçen yolculuğun izleri yeni gelen misafiri iyileştirerek silinmeye çalışılırken, adını “Rüya” koyduğu yaverine neleri öğreteceğini de bir kenara not eder kahramanımız. Aradan çok geçmeden hedef de belirlenir: Rüya’nın peşindeki adamın haddinin bildirilmesi.

Martıların Efendisi, görevini layıkıyla yerine getirir. Aynı Don Kişot gibi. Ancak gerçekler bir adamın öldürüldüğünü haykırmaktadır. Böylece tedavi görmek üzere hastaneye kaldırılır ve Şenol olarak evine geri döner. Normal bir hayata alışır gibi görünür. Don Kişot’un ölmeden önce yaşadıklarından duyduğu pişmanlığı dile getirmesiyle benzerdir durumu. Ta ki bir gün Birgül’ü kucağında çocuğuyla görene dek. Aldatılmışlığını derinden hissedip yeniden Martıların Efendisi olmasıyla benliğinden sıyrılması aynı âna denk gelir. Kendini ait olduğu yere, denize teslim eder. Bu son sahne Haneke’nin Mutlu Son filmine benzerliğiyle dikkat çekmesine karşın, taklidi şeklinde değerlendirilebilecek vasıfları dahi taşımıyor.

Martıların Efendisi filminin iddiası, ortaya konulanın çok ötesinde. Her ne kadar hikâyedeki bazı durumlar taklit edilmeye çalışılmışsa da Don Kişot’la Martıların Efendisi birbirinden çok farklı iki karakter. Aynı ânda hem Don Kişotluk ruhuna sadık kalarak film çekeceksiniz, hem de bir şizofreni hastasının yaşadıklarına, gerçekliği algısına, özellikle de hissettiklerine izleyiciyi ortak edebileceksiniz. Pek örneğine rastlanan bir durum değil bu Türk sinemasında. Ayrıca tüm bunlara senaryodaki ve oyunculuklardaki zaafları da eklenince film yüzeysellikten sıyrılamıyor. Yine de film bir deneme olarak düşünülürse bir ümit de taşıyor içinde.

Ahmet Mithat Efendi, toplumumuz insanlarının Don Kişot hikâyesinden Avrupa’dakiler denli lezzet alamayacağı fikrini savunur. Don Kişot’tan hakkıyla ve layıkıyla zevk alabilmek için Avrupa tarihinin âdetlerine, şövalyeler tarihine ve bunlara dayandırılan garip hikâyelere de vukufiyetin gerekliliğini vurgular. Haydi biz bu ve benzeri sebeplerle bu zamana kadar iyi bir eser ortaya koyamadık veya ortadakini de kaybettik diyelim; ya dünyadaki Don Kişot nadanlığına ne demeli?

Hem bir romanın sinemaya aktarılmasının zorlukları hem de Ahmet Mithat’ın bu ifade ettiği durum açısından Don Kişot’un Türk ve dünya sinemadaki yansı ve yankılarının onu aşmak şöyle dursun, iyi bir yapıt örneği sunmaktan dahi aciz kaldığı çok açık. Bakalım Terry Gilliman’ın yakında gösterime girecek ve merakla beklenen The Man Who Killed Don Quixote adlı 17 yıllık emeği bu ezberi bozabilecek mi? 

*.Calvet, J. Dünya Edebiyatının Ölmeyen Üç Tipi: Hamlet, Don Kişot, Faust. Çev. Suut Kemal Yetkin, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1945, s. 59.

1.Şklovski, Viktor. Modern Kurgu Tekniğinin İcadı: Don Kişot Nasıl Yapıldı. Çev. Alper Çeker, İstanbul: Altıkırkbeş Yayın, 2017, s. 7.

2.Parla, Jale. Don Kişot’tan, Bugüne Roman. İstanbul: İletişim Yayınları, 2015, s. 13.

3.Nabokov, Vladimir. Don Quijote Dersleri. Çev. Emrah Serdan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016, s. 53.

Arka Kapak dergisi 34. sayı