Ekber N. Necef

Don Kişot (Don Quichotte) ilk modern roman diye tanımlanır. Yapıt, roman yazınında bir dizi yeniliklerin ilkidir. Bu onun en iyi romanlardan biri olduğu anlamına gelmez. Hadd-i zatında bir yapıt, ama ilklerle dolu bir yapıt…

Don Kişot, Batı’da devasa kültür örgütlenmelerinin başladığı ve epeyce bir yol aldığı dönemin ürünü. Sözleri kuşaktan kuşağa aktaran kültürün yazıya devşirildiği dönemin eseri. İnsan belleğinde hüküm süren sözlü kültüre ait devasa toprakların matbaa tarafından istilasını müjdeleyen ilk yazılı ferman. İspanyol Katolikler tarafından toprakları alınan kızılderililere Papa adına okunan yazılı paçavra âdeta. Bir farkla: Bu metin beyaz tenli Hindulara indirilmiş şifreli, benzerliklerden mahrum, katı ve karanlık sahnelerle dolu, insanın ancak insan tarafından temsilini belgeleyen bir yazı örneğiydi. Don Kişot Rönesans dünyasının negatifiydi.

Don Kişot aklın sessizleştirildiği, sözün destansı büyüsünü kaybettiği, kahramanın gökten inmediği, hadiselerin metafizik bir sahne arkasında kurgulanmadığı, görüntünün ilhamlaştığı, yabancılığın ortadan kalktığı, kültürün içselleşip bütünleştiği ve düşmanın “ötekileştiği” ilk uzun edebi yazınsal uğraş. Ve tüm bunların hepsi, roman adına yenilik olarak kayda geçirilebilir. Ancak Batı romanı adına yenilik olan tüm bu unsurlar, çok uzun bir yenilgi dizisinin sonucu olarak “yeni”dir. Yani, “yeni” bir kazanım, bir zafer olarak değil, bir mağlubiyet olarak elde edilmiştir. En önemli yenilik de zaten buydu Don Kişot adına…

Don Kişot’a kadar yazı platonik bir yaşam sürer. Tüm her şey, mevcudat, biz, doğa ve ötekiler kocaman gölgeler oyununun içinde berhayat ederiz. İnsan devasa bir “hatırlama deposu” gibi gezinir. Bir zamanlar her şeyi yaşamış, görmüş, tatmış, şimdi onun kopyalarını çoğaltan ruhlar diyarından kovulmuş günahkâr gibi sürünür. Antikite ve Hıristiyan kültürü “yeni”yi tanımaz ve onu telaffuz etmez. Yeni yoktur. Her şey bir öncekinin benzeri, her canlı bir öncekinin kopyası, her söz ilk sözün tekrarıdır. Don Kişot Batı yazınında Darvinist bir şovla tekamülün olduğunu iddia etti, ilk kez…

Unutanlar için kitabın önsöz kısmını ufacık hatırlatalım:

“Aylak okur: Bu kitabın, zihnin, düşünülebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin. Ancak, tabiat kanununa karşı çıkamadım; tabiatta her şey, benzerini doğurur. Benim kısır, gelişmemiş dehâm da, her türlü rahatsızlığın hâkim olduğu, her türlü hazin sesin duyulduğu bir hapishanede doğmuşçasına kuru, kırışık, maymun iştahlı ve çok çeşitli, kimsenin aklına gelmeyecek düşüncelere boğulmuş bir evlâttan başka ne doğurabilir? Huzur, sakin bir yer, kırların hoşluğu, gökyüzünün duruluğu, pınarların şırıltısı ve ruhun dinginliği, en kısır ilham perilerinin bile verimli olup dünyayı hayranlık ve memnuniyete boğan çocuklar doğurmalarına fırsat verir. Olabilir ki, bir babanın çirkin, sevimsiz bir oğlu olur, ama oğluna karşı sevgisi, gözlerine bir perde çeker; onun kusurlarını kusur olarak görmeyip, akıllılık, güzellik gibi algılar ve dostlarına zekâ, zarafet olarak anlatır. Ama Don Quijote’nin babası gibi görünsem de, üvey babası olan ben, âdetlere uyup, başkalarının yaptığı gibi, neredeyse gözlerimde yaşlarla, oğlumda göreceğin kusurları affetmen veya görmezden gelmen için sana yalvarmayacağım, sevgili okur. Sen onun ne akrabasısın, ne arkadaşı; ruhun kendi bedeninde; gayet yetenekli, hür bir iraden var; evindesin ve kralın vergilerin efendisi olduğu kadar, sen de evinin efendisisin; bilirsin, herkes kendi evinde kraldır. Bütün bunlar, seni her türlü saygı ve mecburiyetten azade kılıyor; kısacası, hikâye hakkında, kötü söylersen karalanmaktan, iyi söylersen ödüllendirilmekten korkmadan, istediğini söyleyebilirsin.”

Cervantes, 1605 yılında sayıları nüfusun yüzde onunu zar zor bulan “okur”a hitap ediyor. O dönem için okur olmak, “aylak” olmaktı. Aylak ve okur, “yazın cenneti”ne düşmüş bir avuç doğaseverdir. “Kırların hoşluğu, gökyüzünü duruluğu, pınarların şırıltısı ve ruhun dinginliği” içinde kitabının sayfalarına tebelleş olanlar için yaratılmış “doğal cennet.” Ve birkaç satır sonra bu aylak doğaperest “sevgili okur”a dönüşür. Devamında ise İsa (yazar) affını ister.

Cervantes, kendi dönemi için yazının (romanın) bir kehanet özelliği taşıdığını biliyor. Walter J. Ong’un dediği üzere, “Yazar da kâhin ve peygamber gibi, bir kaynağın, kitabı gerçekten söyleyen veya yazan kişinin deyişlerini aktarır.” Ama sahne ve taraflar değişmiştir. Yazar “İsa” rengini alabiliyor, aylakları sevip cennete girmelerini bir kitap kadar çabuklaştırabiliyordu. Zira, gerçek ruha benzemek için devamlı bozuk bedende dolaşmanın bir anlamı kalmıyordu. İnsanın sözlü işaretlerle bağını kesmesinin zamanı gelmişti. İnsanı büyüleyen, kurtaran, azabını sonlandıran dil yukarılarda değil, kırlarda, pınarların civarında, her baktığında kovalandığını düşündüğü gökyüzünün mavi duruluğu ile dizayn edilmiş “organik bir cennet”dir. Don Kişot roman olarak gezegenlerin ilkini, Dünya’yı, insan için dokunabilir ve yaşanabilir olarak temsil etmektedir. Cervantes, dünyaya ayak basan ilk astronotumuz olmuştur.

Âdem’den beri süre gelen trajediyi sonlandırmak adına kendini feda eden ve kulların affını isteyen İsa’nın Dünya’sı, aylak okurlar tarafından affedilen İsa’nın sevgili kulları tarafından keşfedilmiştir. Don Kişot “yeni” çağın İncil’i olmuştur.

Artık bir şeylere benzemek gerekmez. Dünyayı sevmenin ve dünyadan kahramanları seçmenin tam zamanıdır. Don Kişot bu seçimde milyonlarca adaylardan sadece biridir. Zira, Dünya “Batı”lı olmak kaydıyla herkesin saltanat süreceği genişlikte bir mekândır. Ve tek mekândır.

Bu aşırılığın metinde gözükmemesi, “yeni”nin Ortaçağ’ın yenilgisini duyurmaması adına Don Kişot’un sahnede Sarazenleri ve ya Türkleri maymun gibi oynatması gerekirdi. Kilise ve Kral’ın onları gördüğünde kuduz gibi olacağı besbelli. İşte gölgeler onlardı. Platonik çağa hapsolmuş gibi, yeniliksiz ve yenisiz, şımarık Doğu’da gezinip, bizim değerlerimize musallat bedbahtlar gibi varlıklarını sürdürüyorlar. Romanda var-yok arası kendini açığa vuran tek benzerlik dili Doğu’yu terennüm ediyor. Kendi evinde yeni bir dünyayı selamlarken, suların ötekisinde “selam”a değer olmayan bir trajedinin gölgeler oyunu hüküm sürmektedir.

Dünyayı hümanist bir dilin soykırımından kurtarmak, milyonlarca oryantalist karşıtın yapamayacağı bir iştir. Zira, kendileri de aynı yuvanın karıncaları gibi bir Ana karıncanın (bir Aklın) hükmüne amadeler. Çünkü, Dünya okunduğu halde risklerini kaybediyor. Ve o zaman Don Kişot olmak veya olmamak bir anlam ifade ediyor; Batı için de, Doğu için de… 

Arka Kapak dergisi 34. sayı