Ekber N. Necef
Rusya Bizans’ın kötü kopyasıdır. Şehirleri, kasabaları, evleri, insanları, zevkleri, çarları ve giysileri ile Fatih’in korkusuz bakışlarından kaçıp, koca bir ormana sığınmışların Bizans tragediyasından kurtarabildikleri parçalardan yapılmış devasa bir müze gibidir. Bu, zamanla şişmanlayan coğrafya X. Yüzyıldan beri Bizans hayranlığı ile yaşadı, Konstantinopolis düştüğünde ise Bizans oldu.
Üçüncü Roma olmak arzusunda olan Rusya, İkinci Bizans olmayı seçti… Bizans olmak ne demek? Bizans olmak, düşünmemek, düşünce üretmemek, bir idealin parçası olamamak demektir. Bizans olmak dinsel ve mitsel söylemlerin ana karası olarak kalmak, kiliseleşmek, mezhepleşmek, kendi mezhebini ilahi doğrunun mutlak parçası olarak görmek ve kendini savunmak adına savaşmak… Kendini savunmak adına savaşmak Roma’nın (veya Bizans) miladi III. Yüzyıldan beri yaşama idealidir. Modern terminolojide bu tanım “Avrupa’nın güvenliği” ile eşdeğer gibi gözüküyor. Kendini savunmak bir içgüdüsel eylem, varlıksal bir kaygı değildir. Kendini savunmak, bunların ötesinde, daha geniş ufku olan bir dünya anlayışıdır.
Hıristiyanlığa kadar Roma açık bir dünya idi. Kendi teknolojilerinin dışında, İskenderin “hellenizm” tutkuları kadar olmasa da, insani temaslara aşırı değer yüklenmiş kriterleri olmayan bir yapıya sahipti. Roma’nın kaba, sınıfsal değerlere bağlı, seçilmişlik tutkuları haz derecesinde yüksek bir kimlikte gözükmesine neden “İnanç”tır. Zira, klasik yunan düşüncesinin felsefi, özellikle de metafizik söylemleri “mitoloji”nin akılsal açıklamalarından öteye gitmez. İmparatorluğun genişlikten korkmayan yürütme sistemi Hıristiyanlıkla sonlandı. İlk defa Roma vahyi söylemle yüzleşti ve ona karşı amaçsız bir savaş verdi.
Roma-Hıristiyanlık savaşı Roma’nın (ki artık bu dönemde Bizans olmaya başlıyor) kendini savunma teknolojilerini geliştirmesine değin sürdü. Konstantinopolis kendini savunma savaşımının en büyük göstergesiydi. Kendini savunma tekniklerini tamamladığı anda Roma ani bir kararla Hıristiyan oldu, yani Bizans oldu. Geniş Slav toplumlarını istila edip köleleştiren Rus-Vikingler için Bizans’ın kendini savunma modeli idealdi. Zira, Rus-Vikingleri her şeyden öte Konstantinapolis’in görüntüsü etkilemişti. Bu görüntünün kaynağını Bizans kendilerine Hıristiyan bir üslupta sununca kraliçe Olga çarmıhdaki İsa’yı kaburgasından kanlar akarken yazıyı vahyeden, kazığa oturtulmuş Odinle eşdeğer buldu. Oğlu Vlademir ise 988 yılında Hıristiyanlığı Rus-Vikingler için resmi din ilan etti. Rus-Vikingler Orta Rusya’nın ormanla kaplı topraklarını Slavlara temizleterek Konstantinopolis’i taklit etmeğe başladılar. Bizanstaki taş duvarların, sarayların ve kiliselerin yerini Rusyada ahşap duvarlar, saraylar ve kiliseler aldı. Kilometrelerce uzunluktaki alanlar yok ediliyor, Slav kölelerin eliyle kesilen devasa büyüklükteki ağaçlar başlıca üç amaç için kulanılıyordu: gemiler, kale şehirleri ve demir üretimi. Ama Rus-Vikinglerin kendileri de zamanla aşınmağa başladılar. Dillerini kaybederek Slavca konuşmaya başladılar. “Rusça” denilen bir dil esaretin simgesi olarak ortaya çıktı. Böylece yeni bir kimlik oluştu; Hıristiyan-Rus toplumu.
Doğudan dalgalar halinde gelen Türkler, Moğollar derken Safevi-Osmanlı çatışmasında Osmanlı’nın sonuçlarını pek öngörmeden kapattığı Ortadoğu-Avrupa iletişim hatları kuzeye kaymağa başladı. 1550’li yıllarda İngiltere’nin ilk dış ticaret şirketi Moskova’da kuruldu. Safeviler bu yolu tutkuyla savundular. Sadrazam Sokullu’nun anladığı bu büyük tehdidi ise kendisi dışında pek az Osmanlı bürokratı algıladı. Ama onlar da Sokullu’nun Volga-Don kanalını açma girişimini aşırı ütopik buldular. Delilik düzeyinde akıllı Petro atıl, çürümüş ve savunulacak bir tarafı kalmayan Doğulu Rusya’ya son verdi. Doğulu kalmanın Rusya için son olacağını çabuk öngördü ve yüzünü artık zenginleşmiş gözüken Avrupa’ya çevirdi. Ama hangi Avrupa? Petro, dedeleri gibi iki Avrupa’yı kopyalamak zorundaydı. Entelektüel anlamda Protestan Batı ile politik olarak kayıp Bizans’ı. Ama Petro’nun Rusyası 1830’lara kadar yaşadı. Zira bu tarihte Yunanistan’ın Osmanlı karşısında başarı kazanması ve bağımsızlığına kavuşması Rusya’nın hayalini yok etti.
1836 yılında çar II Nikola konsili topladı ve Rusya’nın bin yıla yaklaşan Hıristiyanlık serüvenine ilk defa bir isim buldu: Pravoslav. Ortodoksluk içinde bir ortodoksluk, Roma içinde Bizans. Osmanlı ve Safevi-Kaçar devleti içinde “kurtarıcı” bekleyen Hırıstiyanları (Ermeni, Süryani, Nesturi, Gürcü) da kendi kilisesine bağlayan Rusya böylece uzun süreden beri kazanmış olduğu ama hep boşlukta kalan siyasi bağımsızlığını dinsel-mezhepsel bağımsızlıkla taçlandırdı. İşte böyle bir Rusya için ideologlar, yazarlar, entelektüeller gerekiyordu. Rus edebiyatının sadece XIX. yüzyıldan ibaret olmasının nedeni bu. Rus edebi yazınının ortaya çıkışı, edebiyata dönüşümü, gelişimi, hızla yayılması ve sükutu bir yüz yıl içinde gerçekleşmiş ve tamamlanmıştı.
Kahramanımız Dosto’nun uzun tarihsel Rusya hikâyesi kabaca bundan oluşuyor. Dostoyevski, XIX. Yüzyıl Rus Ortodoks Hıristiyan (Pravoslav) dünyanın yazarı. Onun kendisi de, edebiyat konusu da, kahramanları da bu dünyanın sorunları. “Tanrı’nın varlığı sorununun tüm yaşamını belirlediğini” ilan eden Dostoyevski asla yalnız değildir. Zira tüm Rusya aynı çağda aynı sorunun yanıtını arıyordu. Gerçek Tanrı ve Gerçek Tanrının Temsilcisi. Ve bu sorunun karşısına çıkarılan “yeni insan”, yani “rus gibi” (rusik, rossiskii). Artık salt veya karma biçimde aranılan insan Slav, Tatar, Türk, Hıristiyan değildi, yeni insan olarak “Rusik” bir varlıktı.
“Benden çok çok adil, mutlu bir varlığın olduğu düşüncesi bütün benliğimi sardı, heyecanlıyım… Ah, neler vermez, neler yapmazdım! Kişioğlu için kendi mutluluğundan çok, bir yerde herkes ve her şey için sakin, kusursuz bir mutluluğun var olduğunu bilmesi gereklidir… İnsanın varoluş nedeni, onun kendisinden çok çok yüce yaratıklar önünde eğilmesini bilmesinden başka bir şey değildir. İnsanları onlardan çok çok yüce yaratıklardan yoksun ederseniz, yaşayamazlar, umutsuzluk içinde ölürler. Ululukla sonsuzluk kişioğlu için, üzerinde yaşadığı o küçücük gezegen kadar gereklidir… Dostlarım, her şey, her şey… Yaşasın Ulu Düşünce! Ölümsüz, Ulu Düşünce! Kim, ne olursa olsun, her insan Ulu Düşünce dediğimiz şeyin önünde eğilmek zorundadır. Budalalar bile, kendilerine ulu bir düşünce bulup önünde eğilmelidirler. Petruşa… Ah, hepsini şimdi bir daha görmeyi ne çok istiyorum! O ölümsüz Ulu Düşünce’nin kendi içlerinde olduğunu bilmiyorlar, bilmiyorlar” (“Ecinniler”).
Edebiyat adına fazla nutuk atmağa gerek yok. Dosto hiç bir zaman “insanoğlu adına büyük varoluşsal soru” olan Tanrı’yı edebiyata sormadı. O, Pravoslav kimliğin edebiyatta papazlığını denedi, pek bunalımlı, zaman zaman hasta, yıkılmış, geçmişinden kopmuş, bü yüzden çardan dahi iğrenen bir vaazla…
- “Tanrı var mı, yok mu? Yalnız ciddi yanıt ver! Ciddi yanıt gerekli bana şimdi!
- Yok, Tanrı yok.
- Alyoşka, var mı Tanrı?
- Var.
- İvan, ya ölümsüzlük, bir damlacık da olsa, ölümsüzlük var mı?
- Ölümsüzlük de yok.
- Hiç mi?
- Hiç.
- Yani her şey tam anlamıyla bir sıfır, hiçtir, öyle mi. Belki bir şeyler vardır? Her şey hiç olamaz canım!
- Bütünüyle hiçtir.
- Alyoşka, ölümsüzlük var mı?
- Var.
- Tanrı da, ölümsüzlük de var de mi?
- Evet, Tanrı da var, ölümsüzlük de. Tanrının kendisi de ölümsüzlüktür.
- Hım. İvan daha haklı bence. Hey Tanrım, insanoğlu ne denli inandı, bu hayal için ne denli çok güç harcadı boşu boşuna, düşünmek bile tüylerimi diken diken ediyor! Binlerce yıldır böyle bu. İnsanoğluyla böylesine alay eden kim? İvan! Son olarak soruyorum sana: Tanrı var mı, yok mu? Bir daha sormayacağım!
- Ben de son olarak söylüyorum: Yok.
- İnsanoğluyla alay eden kim, İvan? İvan Fyodoroviç gülümsedi.
- Şeytan olsa gerek.
- Şeytan var mı ki?
- Hayır, şeytan da yok.
- Yazık. Hay Allah kahretsin, Tanrıyı icat eden bir geçse elime şimdi! Sallandırmak bile azdır böylesini.
- Tanrıyı icat etmeselerdi uygarlık da olmazdı.
- Olmaz mıydı? Uygarlık Tanrısız mı olmazdı?
- Evet. Konyak da olmazdı. Ama şimdi almam gerekiyor konyağınızı elinizden”
(Karamazov Kardeşler)
Rusya’nın hikâyesi bu. Odinleşen İsa’yı ormanda kaybeden topluluk, bin yıllık çilenin sonunda Tanrı’yı da kaybetti. Aynı zamanda Şeytanı da. O zaman Çar’a da ihtiyaç kalmamalı. Kalmadı da…
Yeni insan? Kim? Komsomol mu? İsa mı?
İsa gibi mazlumlar için çalışan Komsomol denendi. Ama işe yaramadı, zira komsomolcular Tanrısız ormanda şeytana dönüştüler. Oysa, hepsi “Ulu Düşünce” için yola çıkmışlardı.
Rusya, şimdi yine karar vermek zorunda! Ama bunu yapamaz artık… Rusya insanlığın suç ve ceza tarihidir. Uzun, acımasız, yüzsüz, simasız, ahlaksız ve aynı zamanda mazlum, ama kayıp acısıdır… Moskova Fatih’ini bekliyor… Napolyon bunu pek erken denedi… Sıra kimde? Dostoyevski, tüm bu hikâyenin en güzel özeti… Tıpkı, bu yazının bir “Orman Tarihi”nin özeti olduğu gibi…