Ümit Yaşar Özkan

Laurent Seksik’in kendi romanından aynı isimle çizgi romana uyarladığı Stefan Zweig’ın Son Günleri’ni Guillaume Sorel çizmiş. Kendi adıma Zweig’in sevdiği kadın ve kendisi için böyle bir sonu neden seçtiğini hep merak ettim, anlamaya çalıştım. Şüphesiz hümanist yazar intihar kararını birden almadı, ruhunda damla damla biriken ümitsizlik dayanılmaz kertede koyulaşıp onu ve sevdiği kadını içine çekmişti. Zweig ve Lotte çiftinin trajik akıbetlerini bilsek de hikâyelerini hüzünlü bir tecessüsle okuyor; çifti intihara sürükleyen sürecin nasıl adım adım ilerlediğini görüyor, bu sürecin can alıcı ayrıntılarına şahit oluyoruz. Sonuna kadar inandığı hümanist kozmopolit Avrupa çökerken Zweig, iç çatışmalar yaşıyor. Satranç hikayesinin benliği ikiye bölünen ıstıraplı karakteri Dr. B. gibi farklı kimlikler arasında savruluyor. Kozmopolit, Avrupalı, Yahudi kökenli bir entelektüel olarak bu kimliğinin yerini ve karşılığını bulduğu dünyanın yerle bir olmasının yasını tutuyor. Zweig çifti sılanın artık bir masal diyarı olduğunu bilseler de yersiz yurtsuz sürgünler olarak imkânsız geriye dönüş hayalleri kurmaktan kendilerini alamıyorlar.


Stefan Zweig’in Son Günleri
Laurent Seksik
Çevirmen: Sosi Dolanoğlu
Can Yayınları

Kuşkusuz bir yazar için en ağırı kendi dilinden sürgün edilmek, ana dilinin konuşulduğu ülkede artık oyunları oynanmayan eserleri Naziler tarafından meydanlarda yakılan yazar kitaplarının hayranı olan ev sahibesine “Almancayı unutun.” diyor. Eserlerini yazdığı ana dili için sarf ettiği bu sitem cümlesinin boşuna olmadığını anlıyoruz, sonraki sayfada hayranı övgülerine devam ederken Avrupa’da kitaplarının nasıl yakıldığını görüyoruz. Savaşın ve ölümün gölgesi çiftin üzerinden eksik olmuyor. Dünyadaki büyük ve acımasız satranç maçını takip ediyor; bir sonraki hamlenin nasıl bir dünya manzarası sunacağını anlamaya çalışıyor, bu dünyada bir yerleri olup olmayacağının endişesini yaşıyorlar.

Sorel’in harikulade suluboya yorumlarıyla Brezilya’nın aydınlık, capcanlı göğü ve sokakları, çiftimizin gittikçe kararan ruh hâlleriyle çarpıcı bir kontrast meydana getiriyor. Rilke, ‘insan tıpkı bir meyvenin çekirdeğini içinde taşıdığı gibi ölümü içinde taşır’ demişti. Zweig’ın da intiharını içinde taşıdığına akıbetini içten içe sezerek kaygılandığına şahit oluyoruz. Mesela Lotte’nin kendisine ait olan Kleist biyografisini okumasını istemiyor. Çünkü romantik Alman şairi, sevgilisiyle birlikte intihar etmiştir. Zweig, Lotte’nin müntehir çiftle aralarında bir benzerlik kurmasından korkuyor. Arada ümitsiz haberler geliyor; Walter Benjamin’in ve diğer Avrupalı entelektüel dostlarının intiharları, tutuklanmaları, öldürülmeleri… Karnavalda yazarın karşısına çıkan ölüm, daha da apaçık işaretler.

Seksik ve Sorel hikâyeyi çiftin ölüme giderken, ayakta birbirlerine sarıldıkları karede donduruyor. Elbette hepimizin belleğinde müntehir çiftin cesetlerine ait o fotoğraf var, acıklı bir gerçeğin belgesi olan bu fotoğraf tarihin arşivindeki yerini koruyor ama sanat acıklı, sevimsiz gerçekleri şiire dönüştüremez mi? Zweig’a göre kendisiyle savaşan Kleist ölümünü bile sanata dönüştürmemiş miydi? Burada da yazar ve çizerin sevimsiz, rahatsız edici bir gerçeği yazı ve çizginin imkanlarını kullanarak dönüştürdüklerini söylemek mümkün, o karede çiftimiz ayakta ve düşsel bir aydınlığın ortasında birbirlerine sarılmışlar. Hikâyeyi anlatanlar onların son anlarını böyle kurguluyor, böyle hatırlamamızı istiyor.

Zweig’ın son günleri, silinen, yıkılan, kaybolan Dünün Dünyası’ndan ‘Yarının -karanlık- Tarihi’ne yapılan acılı bir yolculuk, kederli bir ağıt. 

Arka Kapak dergisi 18. sayı