Ayşegül Tozal

Bugün Van Gogh, ona yemek vermeyecek restoranların duvarlarını, onu akıl hastanesine kapatacak doktorların muayenehanelerini ve onu hapse tıktıracak avukatların yazıhanelerini süslüyor.
Arka kapak / Eduardo Galeano, Aynalar

Yaklaşık 130 sanatçının toplamda 65 bin ayrı yağlı boya resmiyle oluşturduğu, dünyanın tamamı yağlı boya tablolardan oluşan ilk filmi “Loving Vincent”, yedi senelik kolektif bir sürecin sonunda nihayet yakın zamanlarda vizyona girdi. Film sahnelerinin hepsinin Van Gogh’un 130 farklı tablosundan yola çıkılıp resmedilerek yapılması, olağanüstü emek harcanan ve bir ilk olma özelliği taşıyan bu animasyon filmi zamanla başyapıt yapabilir. Filme bu kadar emek verilmesini “Vincent’ın hikâyelerini resimsiz olarak anlatamayacağınıza inanıyoruz, bu yüzden resimlerini hayata döndürmek zorunda kaldık.” sözleriyle açıklayan proje koordinatörleri, Vincent’ın hikâyesini tablolar olmadan anlatamayacaklarına inandıkları için bu zahmete katlanmışlar.

Sinema eleştirmenlerince filmin Van Gogh’un tablolarının içinde devam ederken, aynı zamanda onun yaşadığı zorlukları yaşatarak; fırçayı eline 28 yaşında alan ve hayatı çeşitli zorluklar içinde geçen bir ressamın yaşama tutunma çabasını derinden hissettirmesi filmin en büyük başarısı olarak kabul gördü. Yakın zamanda Altın Küre adaylığını kazanan ve animasyon dalında Oscar’a aday olması da kesinleşen “Loving Vincent”ın şimdiden 4 Mart’taki Oscar ödüllerinin verileceği geceden animasyon dalında ödülle döneceği de söylentiler arasında. Hayattayken sadece bir tek resmini (The Red Vineyard) satabilen Vincent Van Gogh’un hayatını anlatan “Loving Vincent”, sadece Vincent’ın hayatının bir bölümünü anlatmıyor, size onun tarzıyla onun gördüğü dünyayı gösteriyor. Onun renkleriyle ve stiliyle onun dünyasına bakıyorsunuz. “Ben çoğunlukla gecenin, gündüzden daha canlı ve daha zengince renklendirilmiş olduğunu düşünüyorum.” diyen Van Gogh’un geceyi nasıl gözlemlediğine tanık oluyoruz.

Dorotha Kobiela ve Hugh Welchman tarafından yazılan ve yönetilen film, Vincent Van Gogh’un son günleri ve 1890’daki esrarengiz ölümünü konu ediniyor. Kurgunun ilginç tarafı; tarih her ne kadar sanatçının intihar ettiğini iddia etse de film cinayete kurban gitmiş olması ihtimalini araştırıyor ama içten içe de Van Gogh’un vicdan azabından öldüğünü, artık yaşadıklarından ötürü kendi varlığının en yakınlarına bile zarar verdiği hissiyle taştığını anlatıyor. Van Gogh’un “Resimlerin, ressamların ruhundan gelen kendilerine ait bir hayatları vardır.” sözünde bahsettiği hayata odaklanan filmde Vincent, hemen herkes için, özellikle ailesi tarafından sevgisiz biri olarak bilinse de, tarlada resminin üzerinde çalışırken yemeğini yiyen kargayı kendisine yakın duyacak kadar da sevgiye muhtaç kalmış, neye el attıysa tutunamamış bir genç. Kendisinden bir sene önce doğan ve henüz bebekken ölen abisinden ötürü ilk çocukluğundan itibaren ebeveynlerince dışlanmış, hor görülmüş ve sürekli eleştirilmiş. Mahallenin ergen çocukları tarafından kendisine taş atılan, dalga geçilen, zavallı muamelesi gören biriyken hayata resimle tutulmaya karar vermiş bir ressam Van Gogh. Zaten 28 yaşında artık tutunacağı bir dal kalmayan ve resim yapmaya başlayan bir ressamın 37 yaşında ölümüne kadar toplamda 2000’in üzerinde eser verebilmesi elbette çevrenizin sizi değersiz görmesinin değersiz olduğunuz anlamına gelmediğinin bir kanıtı. Bu açıdan “Loving Vincent”ın sıra dışı üslubu ve etkileyici prodüksiyonu kadar, başarılı bir Van Gogh belgeseli olarak da tarihe geçeceği şimdiden kuşkusuz.

Theoya Mektuplar

Theo’ya Mektuplar
Vincent Van Gogh
Çev. Pınar Kür
Yapı Kredi Yayınları

Van Gogh’un Ocak 1873’den Temmuz 1890’a kadar kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarında anlatılanların tümü filmin kurgusal bütünlüğünü oluşturmuş. Bu anlamda yolculuğa Vincent’ın doğduğu ve ilk gençliğini geçirdiği Hollanda’dan başlıyoruz. Film Van Gogh’un 17 yaşındayken tablosunu yapmış olduğu Armand Roulin üzerinden ilerliyor. Van Gogh’un Fransa, Auvers’te öldüğü haberi, eskiden yaşadığı Arles kasabasına ulaştığında Van Gogh ile yakın arkadaş olan emektar postacının oğlu Armand, babasının ısrarları sonucu taziye mektubunu Van Gogh’un ağabeyi Theo’ya götürmeye razı olunca soluğu Paris’te alıyor. Yoksul yaşamından manzaraları, okul hayatını, evini, mahallesini, natürmortları izlerken bir anda Paris’in renkli ışıklarına, empresyonist tavrına, tüm ressamların bir araya geldiği Montmartre ressamlar tepesinin cafelerine uzanıyoruz. Paris’e vardığında Theo’nun da kardeşinin ardından vefat ettiğini öğrenince mektubu verebileceği bir akraba aramaya başlıyor ve mektubu Doktor Gachet’ye vermeye karar veriyor. Oradan bir trene atlayıp Fransa’nın güneyinden Arles’e, ardından Van Gogh’un sapsarı buğdaylarıyla dolu kasabasına geri varıyoruz. Derken, bir anda Arles’teki bomboş ve sevgisiz “Vincent’ın Yatak Odası“nda buluyoruz kendimizi. İşte aklını yitirmeye başladığı zamanlar, mektuplar, kararan renklerle kendi yalnızlığımıza dönüyoruz. Otel odalarındaki çaresizlikler, ne yapacağını bilememezlikler… Öyle naif ki yemek yerken resim çizmesini isteyen çocukları kırmadan resimler çizecek, onunla defalarca dalga geçirip küçük düşüren arkadaşı Rene’yi görmezden gelecek kadar sabırlı olmak… Hiçbir karşılık beklemeden çalışmak… Sadece sevmek, merak etmek…

İçinden tren geçen uzak kasabalar, sapsarı ıssız buğday tarlaları, yıldızların aydınlattığı ışıltılı sokaklarda havlayan köpekler ve gecenin ortasında bulunduğu otelden çıkıp güneş ışıklarının gökyüzündeki o ilk ışıltısını yakalamak için nehir açılan bir ressam… “Yıldızları ve göklerdeki sonsuzluğu farkedin. O zaman hayat neredeyse büyülü gözüküyor.” sözünde de dile getirdiği üzere yıldızlarla dolu bir gökyüzü Van Gogh için adeta bir mucize. Bu yüzden hayatının sonuna doğru yaptığı ve bir başyapıt olarak kabul gören “Yıldızlı Gece” tablosu, ressamın hem dengesiz hem huzurlu, hem deliren hem kontrollü ikilemlerle dolu hayatını özetliyor. İşine o kadar kendisini veriyor ki, hayatını sadece resim yapmaya adadığını ve tüm düzenini tabiatla bütünleşmeye göre düzenlediğini farkediyoruz. Belki de en iyi eserlerini yaptığı hayatının son dönemdeki “otoportre“leriyle retrospektif tamamlanmış oluyor. Sahneleri izlerken çocuksu bir sevinçle söz konusu sahnenin hangi Van Gogh eseri olduğunu hatırlayıp bir sonraki eseri merak ederken kimi zaman hikâyeyi ikinci plana atabiliyorsunuz. Van Gogh’un “Sanatımla insanlara dokunmak istiyorum. Derin ve şefkatli hisler besliyor demelerini istiyorum.” sözüyle yapılan final sahnesiyle de film, ressamın hayatta kalan tek amacını ve hedefini ifade etmesi açısından harika bir sonla bitirilmiş.

  • Not: Yazıdaki tablo; “The Red Vineyard”, Van Gogh’un hayattayken satılan tek tablosudur.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 30.sayısında yayınlanmıştır.