İbrahim Tüzer

Bir kavram olarak bütünlüklü sanatkâr
Hayatının merkezine nasıl bir dünyada yaşıyor olduğunu anlama ve bilme gayretini koyan insan, tefekkürün sınırlarına doğru bir yolculuğa da çıkmış olur. Bu yolculuğa esas teşkil eden çıkış noktası, merkezinde bireyin kendi olmak kaydıyla tüm nesneleri ve hadiseleri derinlikli bir bakış açısıyla yorumlamak ve olup bitene bireysel bir nazar ile yön vermek endişesidir. Bir kez bu yola çıkıldığında ise artık eskisi gibi olunamaz ve yeni bir insan olarak yola devam edilir. Sözünü ettiğim bu gayret, özelikle sahip olduğu muhayyileden hareketle hayatı yorumlamaya çalışan sanatkâr için biraz daha derinlik ve nitelik arz eder. Hayalinde canlı tuttuklarını tefekkür ufkuyla bütünleştirip gerçekte varolana dair bilinç kazandırma amacında olan sanatkâr, hayatı bir bütün olarak görmeye, okumaya, yorumlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Bütünlüklü sanatkâr adlandırmasıyla anabileceğim insanlar hem muhayyileye hem gerçek olana dair derinlikli ve sahici bir faaliyet ortaya koyar, varolma alanı meydana getirirler. Onların önlerinde aşılacak yol tek ve birdir. Bütünlüklü sanatkârın dünyasında şimdi ile ötenin bütünleşmesi, muhayyileye dair olan ne varsa şimdide ve burada ortaya çıkması esastır.
İşarete çalıştığım türden bütünlüklü sanatkârın sayı itibariyle çok olduğunu söylememiz pek mümkün değildir. Bu seçkin ve özellikli durumu Türk edebiyatından hareketle örnekleyecek olursam akla ilk gelen isim Ahmet Hamdi Tanpınar olur. Tanpınar, hayal ile gerçek olanın; rüya ile bilinç alanında meydana gelenin her ikisini de göz önünde bulundurarak hayatındaki tüm faaliyet alanını sanat üzerinden bütünlüklü bir biçimde ortaya koymaya çalışmıştır. Anlatının imkânlarını sonuna kadar kullanırken hem hikâye ve romanlarında imge ve çağrışımlı söyleyişe uzanırken hem de şiirlerinde bu bakış açısından hareket eder. Diğer taraftan bilinçaltının koridorlarında dolaştığı mektup ve anılarında; teori ile kurmacanın izdüşümünün dile geldiği üniversite kürsüsünde hep bütünlüklü bir sanatkârın bakış açısıyla hayatı ve varlığı karşılamaya çalışmıştır.
Umberto Eco ve “Anlatı Ormanı”
Sanatkâra dair söz konusu ettiğim bu sıfatın son dönem Batı düşünce ve edebiyat dünyasında belki de en fazla yakıştığı isim, kısa süre önce aramızdan ayrılan (19 Şubat 2016) Umberto Eco’dur. Anlatmaya bağlı metinlerin unsurlarının ne olduğuyla ilgilenen ve bir sanat eserini yorumlayıp anlamlandırırken hareket noktasının neler olacağı sorusunu soranlar için Eco’nun eserleri vazgeçilmezdir. Özellikle Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Yorum ve Aşırı Yorum, Açık Yapıt gibi metinler muhatabı için sadece teorik bilgiyle derinlikli kılınmış kılavuz metinler değildir. Bu eserler aynı zamanda bir düşünürün anlatı türüyle içerden ve sahici bir biçimde kurmayı başardığı bağın da göstergesidir. Nitekim Eco, anlatının tüm unsurlarına yer verdiği romanlarındaki tahkiyenin gücünü de buradan alır ve yazar -eser- okur merkezli teoriye dair işaret ettiği derinlikli hususları, trajedinin ve giz unsurunun kurguda birleşen yanlarıyla incelikli bir biçimde işler.
Umberto Eco’nun benim de vazgeçemediğim kitaplarının başında Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı eseri gelir. Bu metni, yazarın diğer kitaplarından ayıran başlıca unsur belki de anlamaya, bilmeye ve bilinçlenmeye dair gayret içerisinde olanlara yönelik okuma ediminin niteliğini tartışıyor olmasıdır. Bu tartışma alanı genel anlamıyla sanat eserine, özel anlamıyla ise edebî esere/anlatıya muhatap kılınan “okur”un tutumuyla derinlik kazanır. Anlatı evreninin her bir unsurunu “okur”, içerisinde yer aldığı anlam alanının niteliği oranında karşılamakta; buna bağlı olarak “yazar”ın ve “eser”in konumu değişmektedir.
Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, (Eserden yaptığım alıntılarda, Can Yayınları’nın Kemal Atakay çevirisiyle 1996 yılında İstanbul’da yayımladığı 3. baskısını kullandım.) Umberto Eco’nun Harvard Üniversitesi tarafından 1926 yılından bu yana geleneksel olarak düzenlenen Norton Seminerleri’nde sunmuş olduğu altı müstakil konferansın metinlerinden oluşur. Eco’dan evvel bu seminer dizisinde Italo Calvino, T.S. Eliot, J. Luis Borges gibi unutulmaz sanatkârlar hem kendi eserleri hem de poetik evrenleri hakkında konferanslar vermiş; hatırlanacağı üzere Türkiye’den Orhan Pamuk da 2009 yılında Saf ve Düşünceli Romancı üst başlığını taşıyan konuşmalarıyla programda yerini almıştı. (Pamuk’un 2011 yı- lında İletişim Yayınları tarafından aynı adla yayımlanan kitabı, bu seminer notlarından oluşmaktadır.) “Ormana Girmek”, “Loisy Ormanları”, “Ormanlarda Oyalanmak”, “Olası Ormanlar”, “Servandoni Sokağında Tuhaf Olay” ve “Kurmaca Tutanaklar” başlığıyla altı bölümden oluşan kitabında Eco, “orman” metaforunu derinlikli çağrışım alanlarını işaret ederek “anlatı”ya eşdeğer kullanır. Tam da bu noktada yazarın bu tasarrufu, bütünlüklü sanatkâra has bir dikkat olarak önem kazanır.
“Örnek yazar”dan “örnek okur”a varlık algısı
İnsanın bir ormanın içerisinde girdiğinde karşısına ne çıkacağına bilmeden yol alması gibi sanat eseri de insanı bekleyen türlü sürprizlere imkân verir. Eco, bir ormanda ya da anlatıda yolculuğa çıkanın içerisinde bulunduğu algı seviyesinin önemine temas ederken şunları söyler: “Bir ormanda dolaşırken, benim yaşamla ilgili, geçmiş ve gelecekle ilgili dersler çıkarmak için her deneyimi, her keşfi kullanmam doğaldır. Ancak orman herkes için kurulmuş olduğundan, orada yalnızca beni ilgilendiren olaylar ve duygular aramamalıyım.” (sh. 16)
Ormanın içerisinde ilerleyen okurun durumunu aslında ne aradığını fark etmesi etkilemektedir. Sonuç itibariyle “arama” eylemine doğru anlatı evreni/ormanı içerisinde yol alan okur, bir şeylerin farkına varacaktır. Ancak Eco’nun tartıştığı husus bu “arama” sonucunda elde edileceklerin olabildiğince nitelikli olmasıdır. Bu durumun çok net bir biçimde anlaşılabilmesi için yazar, iki kavram üzerinde yoğunlaşarak bir öneri de bulunur ve “ormanda dolaşmanın iki yolu vardır” diyerek devam eder:
“İlkinde, bir ya da daha fazla yolu denersiniz (…); ikincisinde, ormanın yapısını ve neden bazı patikalara girilip, diğerlerine girilemediğini anlamaya çalışırsınız. Aynı şekilde, bir anlatı metnini kat etmenin iki yolu vardır. Metin, her şeyden önce haklı olarak öykünün nasıl sona ereceğini (…) bilmek isteyen birinci düzey bir okura yöneliktir. Ancak metin, okuduğu metnin kendisinden nasıl bir okur olmasını istediğini kendine soran ve kendisine adım adım gideceği yolu gösteren örnek yazarın nasıl ilerlediğini keşfetmek isteyen ikinci düzey bir örnek okura da yöneliktir. Öykünün nasıl sona erdiğini bilmek için, genellikle bir kez okumak yeterlidir. Örnek yazarı tanımak için birçok kez okumak gerekir, belli öyküleri ise sonsuza dek okumak. Örnek okur ancak örnek yazarı keşfettiğinde ve O’nun kendisinden istediklerini anladığında (ya da yalnızca anlamaya başladığında), tam anlamıyla örnek okur haline gelecektir.” (sh. 35).
Umberto Eco’nun yukarıdaki uzun alıntıda işaret ettiği husus, yazar – eser – okur üçgeninin tam da ortasında yer alan insanın varlık algısıyla beraber değerlendirildiğinde nitelikli bir alanda tekrar tekrar çoğalıvermektedir. Bu alan, okur ve yazarın ikisinin birden “soran” ve “keşfetmek isteyen” bir bakışa, varlık algısına sahip olmasını gerektirir. Bilhassa “örnek yazar” tarafından meydana getirilmiş metinler, “herkesleşerek” kendi varlık esasını önemsemeyen ve hayatını soru sorma ayıklığının uzağında geçiren “okur” için derinlikli bir anlam ifade etmeyecektir. Bu türden bir okuma edimi, içinde esaslı düşünme faaliyeti barındırmadığından “birinci düzey okur”, “örnek yazar”ın metniyle kendi arasındaki bağı çok yüzeysel bir tarzda oluşturarak “öykünün nasıl sona ereceği” ile ilgilenecek ve metnin düz ve görünürdeki anlam dünyasının ötesine geçemeyecektir.
Diğer taraftan hayatın anlamına dair sorular geliştiren, anlatılarında okuyucunun hem ruhsal hem de zihinsel gelişimine imkân tanıyan sanatkârın/ “örnek yazar”ın ürünleri, “özgünlüğü ve pek çok farklı biçimde algılanıp yorumlanmaya elverişli olmasıyla açık yapıdadır” (Açık Yapıt, İstanbul: Can Yayın- ları, 2001, s. 10. ) “İkinci düzey örnek okur”a yönelik olarak derin ve “hareketli” anlam alanlarına açılan bu metinlerin en önemli özelliği ise anlamının “tamamlanabilir” olmasıdır. Bu yapıtlar sözü edilen yönleriyle okuyucuya bir tür davetiye çıkarır ve onu metnin içerisine dâhil eder. Dolayısıyla her “örnek okur”, diğer bir ifadeyle dünya içerisinde bulunuyor olma ayıklığına ulaşma gayretiyle bir yola koyulan her okuyucu, bu tarz metinlerin anlamını sürekli çoğaltır ve ormanda/anlatıda nefes alabileceği ferah mekânlar elde eder.
Umberto Eco, bir ormana girer gibi anlatıların içerisine dâhil olduğumuzda etrafa rengârenk çiçekler gibi serpilmiş kelimeleri sadece gözümüzle değil gönlümüzle de görebileceğimizi bize göstermiştir. Bu nitelikli çabası dolayısıyla bile bütünlüklü bir sanatkârdır.

Umberto Eco-Anlatı Ormanlarında Altı GezintiAnlatı Ormanlarında Altı Gezinti
Umberto Eco
Can Yayınları

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 6.sayısında yayınlanmıştır.