Dürdane İsra Çınar

Sainte-Beuve, yazdığı Madam Bovary eleştirisinde Flaubert’e, “Kitabında eleştirdiğim, iyinin fazlasıyla eksik olmasıdır,” diyordu. Yazının devamında ise lafı açıkça şuna getirecekti: Madam Bovary, üstün zekâlı, yüreği kıpır kıpır ve canı fena halde sıkılan bir kadın olarak acaba neden kendini çalışkan bir hayırsever olmaya adamaz? Israrla demek istenilen şey şuydu aslında; teselli etmiyor, yüceltmiyor, ahlak dersi vermiyorsa tüm bu yazdıkların gerçekte neye yarıyor? Gustave Flaubert, gelecek kuşaklar için adeta ders niteliğinde bir yanıt verecekti bu eleştirilere. Çünkü onun derdi başkaydı: “Ben her zaman şeylerin ruhuna inmeyi istemişimdir.”

Söz konusu eleştiriler bizi yalnızca bir karakter sorunu üzerinde düşündürmüyordu. Mesele daha büyüktü. Romanın, hatta daha da ileriye gidersek edebiyatın ne olduğu meselesiydi bu. “Ruhuma, yani nesneye inanıyorum,” diyordu Fransız şair Léon Deubel. Ruhu yüceltip eşyayı azımsayan, şeyleri birer malzemeden ibaret gören kimselere, onların ayrılmaz bir bütün olduklarını söylemeye çalışıyordu. Çünkü insan, kendi ruhunu en iyi “şey”lerde görebilirdi belki. Bunun için de onların belli belirsiz işitilen gizli sesine kulak vermesi gerekecekti.

Edebiyat, şeylerin ruhuna inmeye cesaret ettiğinde nihayet insanla, insan ruhuyla yüz yüze geldi. Peki, biz Flaubert’ten bu yana şeylerin ruhuna ne kadar inebildik? Ve şimdilik neler bulduk orada? Liste şüphesiz bunlarla sınırlı kalmayacak kadar uzun, ama başlangıç olarak bulduklarımızı (ya da bulduğumuzu sandığımız şeyleri) şöyle sıralayabiliriz:

Gerçeklik bir safsatadır!

Ondokuzuncu Asır manzumesinde, “Mecaz oldu hakikat, hakikat oldu mecaz,” diyen Sadullah Paşa bile bizden çok evvel sezmişti bunu. Artık yazılan her şey bir “anlam bunalımı”ndaydı. Seziyorduk, fakat tam anlamıyla ifade edemiyorduk. Tanpınar, bir Türk romanı var mıdır, sorusunu olumsuz yanıtlarken o günlerde haklıydı. Kendisi de olmayı arzu ettiği biçimde modernist bir romancı değildi çünkü. O da bir cemiyet adamıydı. Ferdî ızdıraplar taşıyan bir cemiyet adamı… Sahiden de dünya edebiyatında Joyce’lar, Rilke’ler, T. S. Eliot’lar, Woolf’lar, Kafka’lar, Faulkner’lar, Proust’lar boy gösterirken bizde ulusal bir edebiyat için o denli mesai harcanacaktı ki edebiyatta evrenselin karşısında devlet sınırlarının pek de bir anlam ifade etmediğini unutup büyük bağlama karşı uzunca bir süre çekingen yaklaşacaktık. Milan Kundera buna “küçüklerin taşralılığı” diyordu. Büyük ve küçük ifadeleri tartışılır elbette, fakat dikkat çektiği mesele önemliydi gerçekten. Bu tip bir taşralılıkta, dünya kültürüne büyük değer verilse bile söz konusu kültür yabancı bir şey gibi, başlar üzerindeki uzak, erişilmez bir gökyüzü gibi, ulusal bir edebiyatla pek de ilgisi olmayan ideal bir gerçeklik gibi görünecekti. Nitekim öyle de oldu. Gerçekliğin dünya edebiyatında geçirdiği bu dönüşümü belki de yeni yeni anlıyoruz. Dostoyevski, Don Quijote’de “gerçeği bir yalanın kurtardığını” söylüyordu. Roman böyle doğmuştu Avrupa’da.

Romanın sahiden öyle bir yapısı var ki, bünyesine giren her şey öz değiştirir. Dogmatik olan birdenbire varsayımsal olur. Romancı, kapıcısından filozofuna hemen herkesin söylediğinden emin olduğu bir dünyanın zihnini kurcalar. Kutsal olan bir anda gülünçleşebilir ya da şüphe kısacık bir zaman diliminde inançla kucaklaşabilir. Her an kuşkucu bir din adamına, çıplak bir krala, bilge bir soytarıya rastlayabiliriz orada. Ve elbette bunu gayet doğal karşılarız. Varoluşun aynı anda absürt ve biteviye oluşunu sezmişizdir çünkü. Zaten edebiyat da mutlak gerçeklikle değil bizzat varoluşun kendisiyle ilgileniyordur artık.

Komik yoktur!

Şeylerin ruhuna inerken bir başka kırılma daha yaşamıştık: Öyle ki, bundan sonra bütün gülmeler, komik bir durumdan değil, bir “komik yokluğu”ndan kaynaklanacaktı.

Umberto Eco, Gülün Adı romanının gerçekte komedi üzerine bir kitap yazma arzusundan doğduğunu söyler. Roman Orta Çağ Avrupası’nda İtalya’nın kuzeyindeki bir kilisede işlenen cinayeti konu alır. Baskerwille’li rahip William, bu cinayeti araştırmak üzere görevlendirilmiştir. William başrahipten rahipleri sorgulama ve manastırda serbest dolaşma yetkisi almıştır, ancak kitaplık bunun istisnasıdır. Orası yasak bölgedir. Roman, kitaplıktaki gizemi çözmek üzerinden ilerler. Nihayetinde kimi kitap sayfalarının zehirle kaplandığı anlaşılır. Peki, ne vardır bu kitaplarda? Herkesten saklanan ve Aristo’nun ikinci kitabı diye anılan o kitapta, insanlığa bir veba gibi bulaşacağı düşünülen gülme’nin bilgisi vardır. Kör rahip Jorge için “Gülmek köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür. Gülmek, köylüleri şeytan korkusundan kurtarır.” Ona göre gülme, bir kez ortaya çıktığında Prometeus’un bile bilmediği yeni bir korkuyu yok etme sanatı gibi tanımlanacaktır.

Umberto Eco bu romanı yazarken komedinin özünde insanın ölüm korkusuna bir tepkisi olduğunu düşünüyordu. Komiklik, ilan edilmiş her gerçeğin ardında dikilen kuşkunun hayaletiydi. Ve romanında anlattığı üzere, insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmek; gerçeği güldürmekti: “Çünkü biricik gerçek, gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kendimizi kurtarmayı öğrenmektir.”

Fakat geldiğimiz nokta çok daha enteresan. Geçmişte bile insana nadiren yüzünü gösteren gerçek “komik” neredeyse tamamen yok oldu. Modern Çağ’ın Cervantes’e borçlu olduğu “büyük icat” mizah, tıpkı gerçeklik gibi bir dönüşüm geçirdi. Şeylerin ruhuna inelim derken bir taraftan şaka’nın da karanlık zeminine vardık.

Aşk, yalnızca bir nostaljidir!

Arzu, onu öldürmüştür. Kundera’nın dediği gibi, ne yasa, ne gelenek, ne de inanç buna engel olabildi. Şimdi her şeye izin vardır ve tek düşman kendi çıplak kalmış, büyüden yoksun kılınmış, maskesi çıkarılmış bedenimizdir. Bu yüzden “romantik aşk” artık romanlarda, filmlerde, hatta gerçek hayatta bile olmayacak belki. Juliette, Romeo’ya bir balkondan sesini duyuramayacak, çünkü görkemli bir şatoda değil bir gökdelenin yirminci katında oturuyordur artık. Werther ölçeğinde bir aşk da düpedüz delilik sayılacak (Biz Mecnun’a Mecnun diyerek meseleyi peşin peşin çözmüşüz neyse ki.) Hayat sahnesinde hâlâ belirtilerine rastlansa da özellikle entelektüel ortamlarda tamamen modası geçmiştir aşkın. Pratikten silinmiş, başlı başına bir imgeye dönüşmüştür. Bundan böyle yalnız bir maziden ve özleyişten bahsedebiliriz artık.

Nonsence is the new sense!

Saçma’nın kapılarını aralayan edebiyat, korku ve belirsizlikle orada epeyce yol kat etti. İki kuvvetli anlam kutbu arasında bocalayan insan da anlamı ansızın yerle bir edecek bir üçüncü anlama, yani saçma olana gittikçe daha fazla ihtiyaç duyuyordu artık. Yirminci yüzyılda gerçekliğin sınırı varoluşçuluk ve büyülü gerçekçilikle aşıldığında, anlam da kendi sınırını saçma olanla aşabildi. Bu sınır aşımı bir yerde edebiyatı “mütereddit”in ebedi yuvası olmaktan kurtarıyordu.

Kendindeki muammayı yitirmemiş herkes, yeni bir başlangıca tam da yolun çatallandığını yerden varılacağını iyi bilir. Edebiyatın ne olduğunu, onun gerçeklikle olan bağını anlamak için başlangıç ve sonlardan ziyade bu çatallanan yollara dikkat kesildiğinizde, yani edebiyatın hakiki muhatabı olmaya başladığınızda (tıpkı Flaubert’te olduğu gibi) arkanızdan yükselecek şu bağrışları sık sık duyacağınızı hatırlatmak isterim: “Gerçeklikten kopuyorsun!” Yazdıkların, ürettiklerin ve bakış açın hiçbir şeyi yüceltmeyen, avutmayan cinsten, gerçekdışı ve çöldeki kumlar gibi!” “Hiç kimseye, hiçbir şeye bir faydan olmayacak!”

Şüphesiz, şeylerin ruhundaki o belli belirsiz ezgiye kulak verenler için bu çığlıklar pek de bir şey ifade etmeyecek. Çölü bir bütün halinde meydana getiren kum taneleridir. Ve çöl, gerçeğin tam ortasındaki düşün, gerçekliğe yepyeni imkânlar tanıyan kurmacanın gizemli evidir. Varoluşun özüne varmak isteyen herkes günün birinde o çöle düşecek elbette.

Öyleyse sanatın ve edebiyatın gerçek birer muhatabı olabilmek, şeylerin ruhuna derinlemesine inebilmek adına bir yakarış, bir dua ile bitirelim bu yazıyı:

Tanrı, şeyleri sadece oldukları şey olarak görmekten korusun bizleri. Sanrı da, en az Tanrı kadar, bizimle olsun! 

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 34.sayısında yayınlanmıştır.