Polisiye roman üzerine Erol Üyepazarcı’yla yaptığımız söyleşinin ilk bölümünde polisiye roman kavramını, bir romanın polisiye olabilmesi için hangi öğeleri barındırması gerektiğini ve türün içindeki ekolleri konuşmuştuk. Söyleşimizin bu bölümünde ise konumuz, Türkiye’de polisiye romanın tarihi ve bugünkü durumu. Üyepazarcı, polisiyenin bu topraklardaki tarihine ilişkin önemli ayrıntılar ve ilginç anekdotlar aktarırken, Türkiye’de polisiye romanın gelişmesinde en önemli engelin ‘edebiyat oligarşisi’ nin varlığı olduğunu ısrarla vurguluyor.

Söyleşi: Volkan Alıcı

Türkiye’de polisiye romana merak nasıl başladı?
Roman, Tanzimat’tan sonra aydınımızın gündemine giriyor, öncesinde ise roman bilinmiyor. İlk romanlar 1861 yılında çevriliyor. Önce, Fransız yazar Fenelon’un Telemak adlı eseri Terceme-i Telemak adıyla, aynı zamanda sadrazam da olan Yusuf Kamil Paşa tarafından çevriliyor. Ardından da Victor Hugo’nun Sefiller’inin çevirisi yapılıyor. 1870’lerin sonuna doğru da telif polisiye romanlar çıkmaya başlıyor. Yani aydın kesim böyle bir türün varlığını öğreniyor ve roman okumaya başlıyor. O sırada da kitapçılar akıllı adamlar; hangi roman okuyucu katında ilgi görür, bunu seziyorlar, ilgiyi ayakta tutuyorlar. O zamanlar Fransızların melodram denilen, popüler roman türüne de giren bir roman türü var. Edebi değeri olan eserler değiller. Bu popüler romanların pek çoğu da polisiye kurgulu. Saptayabildiğime göre, 1880 ile 1908 İkinci Meşrutiyet arasında yaklaşık 60 tane polisiye roman çevrilmiştir Fransızcadan. Çevirisi yapılan diğer popüler romanlar da, entrika gibi öğelerle aynı zamanda polisiye kurgu içeriyor zaten. Bizde polisiyeye öncülük edenlerin başında Ahmet Mithat Efendi gelir. Ahmet Mithat Efendi önce polisiye romanlar çevirmiştir, sonra da kendisi Esrâr-ı Cinâyât diye bir polisiye roman yazmıştır. Fakat onu takip eden telif yazar olarak fazla isim yok. Selanikli Fazlı Necib Bey polisiye roman yazıyor, o kadar. Fakat bunda iki önemli faktör de, Sherlock Holmes ve Arsen Lüpen’lerin henüz Türkçeye çevrilmemiş olmasıdır. İkinci Meşrutiyet’le basın hürriyeti sağlandıktan sonra birden bire inanılmaz düzeyde polisiye roman furyası yaşanıyor. Öncelikle Sherlock Holmes’ler, Arsen Lüpen’ler çevriliyor. Daha sonra Nick Carter, Nat Pinkerton, Nick Vinter, Ethel King, Pick Vick gibi kahramanların maceralarını anlatan, yığına hitap eden popüler polisiye romanlar çevriliyor ve bunlar büyük ilgi görüyor; her hafta birer tane çıkarmaya başlıyorlar.

Örneğin Nat Pinkerton’lardan üç-dört yıl içinde 200 tane basılıyor. Ebüssüreyya Sami, “Amanvermez Avni” adlı bir polis komiseri yaratıyor, o da büyük ilgi görüyor. 1. Dünya Savaşı çıkınca bütün bunlar unutuluyor tabii. Ta ki 1918’e kadar. Ondan sonra arka arkaya çeşitli Türk polisiye kahramanları ortaya çıkıyor. Yazarlar, “Kan Dökmez Remzi”, “Ele Geçmez Kadri” gibi adlarla çeşitli kahramanlar yaratıyorlar. O arada da Peyami Safa, Server Bedi takma adıyla “Cingöz Recai”yi yaratıyor. Cingöz Recai, bir Arsen Lüpen uygulamasıdır. Fakat bana sorarsanız, bazı öyküleri orijinal Arsen Lüpen öykülerinden daha iyidir. Peyami Safa iyi paralar kazanıyor bu işten. Hatta Necip Fazıl bile ona öykünüyor, polisiye roman yazıyor, Meş’um Yakut adında; berbat bir polisiye romandır bu, hiç bahsetmez hatıralarında. Peyami Safa daha sonra başka kahramanlar da yaratıyor; “Cıva Necati”, bir kadın kahraman olarak “Çekirge Zehra” gibi. İşte böyle, yığına hitap eden polisiye roman furyası yaşanıyor. O yıllarda gerçek anlamda polisiye roman dediğimiz kitaplar az. İlk olarak, Yervant Odyan’ın Abdülhamid ve Sherlock Holmes adlı romanı var.

Sonraki yıllar nasıl bir seyir izliyor polisiye roman?
Harf inkılabından sonra da 1950’lere kadar halka dönük polisiye romanlar yayımlanmaya devam ediyor. O arada klasik diyebileceğimiz iyi romanlar da yayınlanıyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar, Türkiye’de polisiye romanın olmadığını, son yıllarda ortaya çıktığını söylerler, ama öyle değil. Önemli bir polisiye roman geleneği var, önemli kitaplar var. Örneğin Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kesik Baş adlı romanı. İlk baskısında kitabın kapağına “Bu bir zabıta romanıdır” diye yazdırır Hüseyin Rahmi; yani Peyami Safa gibi polisiye roman yazmaktan gocunmaz. Halide Edip Adıvar’ın Yolpalas Cinayeti, Cevat Fehmi Başkurt’un Valide Sultan’ın Gerdanlığı güzel polisiye romanlardır. Hatta Nâzım Hikmet’in de takma adla yazdığı bir polisiye romanı vardır, ama iyi bir roman değildir; parasız zamanında çalakalem yazdığı bir kitaptır.

1950’lerde ise Mayk Hammer furyası başlar. Mayk Hammer, klasik polisiyedeki Hercule Poirot gibi beynin gri maddelerini çalıştırmaz, yumruklarını çalıştırır. Çağlayan Yayınevi yayımladı Hammer serisini. Büyük ilgi gördü; 1953 yılında 150 bin adet sattı, Türkiye’nin nüfusu ise 20 milyon. Bu seriyi Kemal Tahir çevirdi, tabii takma adla… Cezaevinden çıkıyor, parasız, işi yok, o da bunları çeviriyor. Mayk Hammer’i yazan Mickey Spillane kafadan çatlak bir adam. Kalkıyor, ABD’deki tarikatlardan birine giriyor. O tarikatta da roman yazmak günah; adam roman yazmayı bırakıyor. Altı tane kitabı var ve hepsi de çevrilmiş; büyük bir okuyucu kitlesi var, ama ortada roman yok. Kemal Tahir’e, “Üstat, sen yazarsın” diyor Çağlayan Yayınevi’nın sahipleri. Onun da parayı ihtiyacı var, dört tane Mayk Hammer öyküsü yazıyor. Fakat yazar ismi olarak F. M. İkinci’yi kullanıyor. Hile yok! Yayınevi de kitapların girişinde açıklıyor durumu; yazarın artık roman yazmadığını, ama okurun gösterdiği ilgi nedeniyle böyle bir yola başvurulduğunu vs. Bunlar da yüz binlerce satıyor. Bana sorarsanız, orijinalinden çok daha niteliklidir. Fakat zavallı Kemal Tahir’i, 6-7 Eylül Olayları’nda olayları tahrik ettiği gerekçesiyle, her zaman komünistlere yaptıkları gibi içeri atıyorlar; haliyle artık yazamıyor. Ama güzel de bir piyasa var. N’olacak? Dolayısıyla pek çok kişi Mayk Hammer romanı yazmaya başlıyor. Benim tespitim, 400’e yakın Mayk Hammer romanı olduğu yönünde! Bu arada klasik polisiyenin yani “Katil kim?” polisiyesinin romanları da çevrilmeye başlıyor, Agatha Christie gibi.

Ya 90’lara kadar telif polisiye romanlar?
Başlıca isimler: Erhan Bener, Pınar Kür, Çetin Altan’ın Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri, Emre Kongar’ın Hocaefendi’nin Sandukası… Bunlar önemli romanlardır. Bunlar düşünülmez, “Polisiye roman 2000’lerde başladı” diye ahkâm keserler.

Bu “ahkâm kesme”de şunun etkisi yok mu; Batı’da 1950’lere kadar çok önemli polisiye eserler yayımlandı, Chandler’dan Hammet’a hepsi bu dönemin isimleri ama Türkiye’de bunlara denk nitelikte polisiye romanlar yok?
Edebiyat eleştirmenlerimiz polisiyeyi hiçbir zaman makul bir tür olarak düşünmemişlerdir. Bunun etkileri de görülür. Az önce söyledim, Peyami Safa polisiye romanın çok nitelikli örneklerini yazıyor, ama takma isimle… Niye? Çünkü korkuyor; “Peyami Safa’ya bak, kendi isminle polisiye yazıyor!” derler diye. Böyle bir imaj var… Polisiye roman yazanların da kafalarında böyle bir imaj var. Yani kaliteli, iyi polisiye roman yazmak için ortam uygun değil. Bu 1990’lara kadar böyle geldi. Bu bakış açısı 60’lardan 70’lerden kalmış yazarlarda hâlâ var. Bunu yıkmak isteyen isimler oldu. Geçmişte Hüseyin Rahmi ve Halide Edip polisiye roman yazmaktan gocunmadıklarını ifade ettiler. Çetin Altan da Pınar Kür de buna dahildir. Örneğin Erhan Bener vardır; o kendi reklamını yapan biri değildi. Edebiyat oligarşisiyle ilişkisi olan bir adam da değildi. Edebiyat oligarşisi ya da daha ağır bir ifade kullanırsak, edebiyat tapınağının zebanileri etkili oluyorlar. Onlar, beş para etmez şairleri, yazarları yüceltirler, parlatırlar, gökyüzüne çıkartırlar. Bir arkadaş kliği vardır, o kliğe giremezseniz ağzınızla kuş tutsanız tutunamazsınız. Aslında bütün dünyada bu eğilim var da Türkiye’de daha fazla. Bu edebiyat tapınağının zebanileri, polisiye romanın gelişmemesinde rol sahibidirler.

Kafalarında betonlaşmış hükümler var. Buna göre ‘polisiye roman gerçek edebiyat içine girmez.’ Çevre baskısı polisiye romanı küçümsemeye yönelttiğinden edebiyatçılar için polisiye türünde roman yazmak bir cesaret meselesi oluyordu. 1990’lardan sonra Dashiell Hammett’lar, Raymond Chandler’lar, Simenon’lar, Patricia Highsmith’ler çevrilmeye başlanınca yavaş yavaş bu algı kırılmaya başlandı. Batı’da ise bu bakış 1940’lı yıllarda kırılmaya başlanmıştı. Somerset Maugham, “20. yüzyıl edebiyatını inceleyenler bizi bırakıp polisiye romanlara bakacaklardır” der; çünkü 20. yüzyılı anlamak için polisiye romanların çok daha etkili olduğunu düşünür. Türkiye’de gelişim maalesef daha geç
– 2000’lerde- oldu.

Peki 2000’lerden bugüne polisiyenin gelişim çizgisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
90’lı yıllarda bir Osman Aysu fenomeni çıktı. Dostumdur Osman Aysu. Şanssızlığı Türkiye’de yaşıyor olması; ABD’de olsa milyoner olurdu. Amerikalıların “thriller” dediği, muamma ve suçun yanında seks ve şiddetin de başat rol oynağı türün tipik örneklerini vermeye başladı Osman Aysu. Romanları çok tutuldu ilk zamanlarda. Şanssızlığı, karısının kronik rahatsızlığı nedeniyle paraya ihtiyaç duyması. “Yılda dört-beş roman yazmazsam karımın ilaç masraflarını karşılayamam” demişti bir keresinde. İlk romanları çok daha nitelikliydi, ama yılda dört-beş tane roman yazmak zorunda kalırsanız haliyle nitelik düşer. Yani edebi açıdan değerlendirirseniz pek yüksek not veremezsiniz Osman Aysu’ya. Sonra Ahmet Ümit çıktı ortaya. Benim en çok sevdiğim kitaplarından biri Patasana’dır. Ahmet Ümit ile ‘Türk yazarları da edebi değeri olan iyi polisiye yazabilir’ fikri yayılmaya başladı. O bakımdan Ahmet Ümit önemli bir isimdir. Ondan sonra nitelikli yapıtlar veren pek çok önemli isim çıktı. Celil Oker, Emrah Serbes, Algan Sezgintüredi, Suat Duman, Barış Uygur, Esmahan Aykol, Piraye Şengel aklıma gelen isimler. Alper Canıgüz’ün “Alper Kamu” romanları en sevdiklerim arasındadır; ironiyi de barındıran çok nitelikli bir polisiye yazarıdır Canıgüz. Bu isimler nitelikli polisiye romanlar yazıyorlar, bu bakımdan Türkiye’den ümitliyim. Hatta size şöyle söyleyebilirim: Dünya polisiye edebiyatını da takip ediyorum; Avrupa’da yeri çok önemlidir bizim polisiyemizin. Bu da umudumu artıran bir neden. (Bitti)

yazar-kitap