Meriç Şenyüz

Yıldız Savaşları VIII: Son Jedi  ( Star Wars VIII: The Last Jedi )

Yönetmen: Rian Johnson

Oyuncular: Daisy Ridley, Mark Hamill, Adam Driver, Carrie Fisher, Benicio del Toro

ABD / 2017152

Altbaşlık: Sadece bir film serisi olmakla kalmayıp başlı başına bir endüstri ve mitolojiye,  hatta bir çeşit postmodern dine dönüşen “Yıldız Savaşları” efsanesi yeni üçlemesinde de hayranlarını hayal kırıklığına uğratmıyor.

Sinema tarihinde Anka kuşu gibi küllerinden tekrar tekrar dirilen ve her seferinde taze kalan bir başka büyük seri yoktur sanırız. Elbette bir sinema olayı olmakla kalmayıp postmodern çağın mitolojisi haline gelen Yıldız Savaşları’ndan söz ediyoruz.

Serinin ilk filmi (Yıldız Savaşları IV: Yeni Bir Umut) Douglas Kellner ve Michael Ryan’ın çığır açıcı çalışması “Politik Kamera”da isabetle belirtildiği gibi Soğuk Savaş retoriği üzerine kurulu alegorik bir anlatıydı. İmparatorluk, tek adam yönetimi (Genel Sekreter), tek tip ve özgür irade yoksunu İmparatorluk Fırtına Askerleri (Troopers), II. Savaş’ın Sovyet üniformalarını giyen Slavik generalleriyle tam bir Sovyetler Birliği yansımasıydı. Feodal şövalyelik çağını simgeleyen Jedi’ler, yine feodalitenin soylu sınıfının simgesi Prenses Leia’ların yanı sıra merkantilist dönem ilk kapitalist girişimciyi çağrıştıran Han Solo’nun ittifakı, İmparatorluk’un üssünü yerle bir ediyordu. İlk serinin diğer iki bölümünde bilimsel düşünce öncesi çağların dünyayı anlama biçimlerine (Animizm, Budizm, Şamanizm gibi) atıfla inşa edilen Jedi felsefesi ile İmparatorluk’un soğuk gerçekliği karşı karşıya geliyor ve yine ‘bizimkiler’ kazanıyordu. Ancak George Lucas, sırtını bu alegorik yapıya yaslamakla kalmadı. Sinema tarihinin ergen fantezilerine hitap eden (ne de olsa her erkeğin içinde bir oğlan çocuğu yaşar) tüm türlerini, 1960’ların kılıç kalkan filmleri, casusluk, savaş, macera, bilim-kurgu ve fantezi türlerinin tamamını üstelik bulamaca çevirmeden özgün biçimde bir araya getirmeyi başararak her yaştan ergen için tadına doyulmaz bir seyirlik yaratmayı başardı.

İlk üçleme, dönemin ideolojik iklimine ve insan malzemesine uygunluğunu tüm eğlencelik türlerin eşsiz bir karışımıyla birleştirince tam bir efsane haline geldi. 80’lerde genç olanlar için bir mitolojiye, bir sonraki kuşak için de abilerinden dinledikleri bir efsaneye dönüştü. İlk üçleme “Yıldız Savaşları IV” diye başlıyordu ve bunun sadece bir şaka mı yoksa bir ilk üçün varlığının habercisi mi olduğu tam olarak bilinemiyordu. Doğrusu Lucas da bu gizemi açığa vurmak için epey bekledi. 90’larda önce ilk üçlemenin dijital düzenlemeden geçmiş temiz kopyaları vizyona girdi. Böylelikle ilk üçlemeye yetişemeyenler de destanla tanıştı.

Ardından da beklenen I, II, III… Bu filmlerde Lucas ilk üçlemedeki romantik alt metni aynen korumakla beraber ilk üçlemede de yeri olan bir başka ergen fantezisini, baba-oğul hesaplaşmasını daha çok öne çıkarıyor, ayrıca filmleri gücün karanlık yanı-aydınlık yanı karşıtlığı üzerine kurarak seriye daha fazla psikolojik derinlik kazandırıyordu. Böylelikle ikinci üçleme 90’ların sonu ile 2000’lerin başının havasına uygun olarak bir ton daha karanlık filmler olarak arzı endam etti. İlk serinin ideolojik yapısı da dahil olmak üzere bütün özellikleri korunmuş ama seriye ‘bir tık’ daha derinlik ilave olmuştu. Lucas, hayal kırıklığına uğratmıyordu.

Lucas’ın yönetmenlikten emekliye ayrılıp kendini tümden yapımcılığa vermesi ve serinin ilk başta planlanan altı bölümünün tamamlanmasıyla efsanenin rafa kaldırıldığını düşünenler yanıldı. Zira Hollywood hiçbir zaman altın yumurtlayan tavuklarını kesmezdi. Lucas Film, birkaç yılı, öykünün başlarına odaklanan evvel zaman anlatıları ile ara namelerini, anime, bilgisayar oyunu, yan öykü filmi, dizi gibi formatlarda piyasaya sürerek ve anlaşılan yeni bir seri için güç toplayarak geçirdi.

Feminist bir Yıldız Savaşları

En nihayetinde beklenen an geldi. 2015’te “Star Wars VII” nihayet gösterime girdi. En başa yazmak gerekir ki, anlatının çocuksu ideolojisi geçen otuz sene zarfında epeyce dönüşüm göstermişti. Sovyetler yansıması İmparatorluk’un yerini gayet Nazi göndermeli bir İlk Düzen (First Order) almış. Prenses Leia tacını bir kenara bırakıp General Organa namına bürünerek ‘laikleşmiş’, Cumhuriyet’in adı ‘Direniş’ olmuş, direnişçiler adeta, Nazizme direnen Fransız partizanlarına, eski Cumhuriyet filosu ise II. Savaş müttefiklerinin Atlantik hava filosuna benzemişti. Asıl değişiklik ise direnişin ikinci filmde altı daha da çizilen bileşimindeydi. Artık direnen ilkel kapitalizm, feodalizm ittifakı değil, postmodern kapitalizmin ‘ötekileri’ olan ‘çokluk’tu. Antonio Negri ve Michael Hardt’ın kavramını ödünç alarak diyebiliriz ki, Direniş, ırkçılık mağdurunun (Finn), çöpçü kadının (Rey), özgürlük aşkıyla otoriteye başkaldıran gencin (Poe), hatta Chewbaca’nın ikinci filmde yiyemediği sevimli hayvanlar göz önüne alınırsa veganların direnişiydi artık. Adeta Gezi kadrosu Direniş saflarında toplanmıştı. Böyle bir toplamın arasında merkantilizm kalıntısı bir öncü kurucu kapitalizm figürü Han Solo’nun işi yoktu, dolayısıyla Solo (Harrison Ford da böylesine bir macera yükü için ziyadesiyle yaşlanmıştı zaten) hayata ve seriye veda etti. Bu yeni üçlemenin ilk filmi adeta James Cameron’dan bayrağı devralıp büyük bütçeli Hollywood anlatılarının yönetmen koltuğunun aranan ismi olan JJ. Abrams’ın imzasını taşıyordu ve demek oluyor ki ilk defa bir büyük Yıldız Savaşları filmini Lucas dışında biri yönetiyordu. Doğrusunu isterseniz Abrams bu zorlu görevin altından başarıyla kalktı ve ortaya dört başı mamur bir seyirlik çıkardı.

Serinin ikinci filminin yönetmen koltuğunda ise daha da genç bir isim, TV’den gelme Rian Johnson oturuyor ve o daha da zor bir görevi başarıyor. Daha zor bir görev diyoruz zira her üçlemede üçlemenin en zayıf filmi ikincisidir. İlk filmde serinin meselesi ortaya konur, üçüncü filmde de bu mesele sonuca bağlanır oysa ikinci film ikisi arasında bir köprüden ibarettir. İkinci zorluk, hayatında hiç bu kadar büyük bütçeler yönetmemiş Johnson’ın devasa setlere hakim olup olamayacağı sorusuydu elbette. Johnson’ın iki meseleyi de mesele olmaktan çıkardığını ve tüm üçlemeler içindeki en başarılı ‘ikinci filmi’ kotardığını iddia edebiliriz.

Son Jedi her zamanki çocuksu ideolojisiyle teknoloji karşısında otantiğe, kent karşısında köye, hiyerarşi karşısında özgürlüğe, kolektif karşısında bireyselliğe, disiplin karşısında yaratıcılığa vurgu yapsa da bu ‘çokluk’u başarılı kurması, gerçek bir kadın karakteri inşa edebilmesi, ilk altı filmden devralınan baba-oğul meselesini derinleştirebilmesi, stereotipleri yer yer bozup sürprizler yapabilmesiyle takdiri hak ediyor.

Maceracı merkantilist Han Solo’nun yerini ‘start-up bilişimci-hacker’ göndermeli DJ alırken, karaktere hayat veren Benicio Del Toro’ya doyamadığımızı, Prenses Leia ile özdeşleşen ama aslında çok çeşitli bir yelpazede unutulmaz oyunlar çıkaran ve bu filmin çekimleri sırasında dünyamıza veda eden Carrie Fisher’ı saygıyla izlediğimizi, artık Jedi’leri kadın soylu bir gelenek haline getireceği anlaşılan Rey karakterinde giderek daha güçlü ve inandırıcı bir portre çizen Daisy Ripley’e hayran kaldığımızı, ilk üçlemenin genç Luke Skywalker’ı Mark Hamill’e, bilge Skywalker karakterinin de çok yakıştığını söylemeden geçmeyelim. Tabii konu Yıldız Savaşları olunca belirli bir stereotipleştirme de kaçınılmaz oluyor, örneğin filmin siyahi karakteri Finn, her an ihanete açık bir karaktere dönüşüyor. Her neyse elimizde koskoca bir kültürüyle otuz seneye yayılan bir kült, büyük bir endüstri ve kelimenin her anlamıyla bir efsane var ve bu efsanenin feminist-ekolojist-vegan bir yüzle geri gelmesinden kim şikâyetçi olabilir? Üstelik Johnson’ın elinde Digital 3D teknolojisinin tüm nimetlerini de kullanan ve 158 dakika bir an bile sıkmayan bir macera haline gelmişse.

Destan diyorsak, efsane diyorsak, mantrasız, ritüelsiz olmaz, o halde: “May the force with you!”

Arka Kapak dergisi 28. sayı