Gökçe Özder

Bilim insanları beyni keşfettiğinden beri onun şekil alan, dönüşüp değişebilen, işledikçe parlayan veya kullanılmadıkça paslanan bir yapısı olduğunu da öğrenmiş olduk. Bugünün insanının beyni bundan yüz sene evvel yaşayan biriyle bile aynı değil. Düşünsenize yüzyıllarca ağızdan ağıza, sözden söze aktarılarak bugüne gelen binlerce dizelik anlatıları günümüzün insanı nasıl aklında tutabilir? Bugün, yapacağımız işleri, sevdiklerimizin doğum günlerini, en yakınlarımızın telefon numaralarını bile beynimizde değil yazarak muhafaza ediyoruz. Bunun kötü bir şey olduğunu söylemek zor. Hafızamızın Orta Çağ’da yaşayan bir çiftçiden daha zayıf olması ona eskisi kadar ihtiyacımız olmadığı için elbette. Sonuçta her yere navigasyonla ulaşabileceğimiz için hiçbir yolu öğrenmemize gerek yok, Google Translate böylesine başarılı çeviri yaparken yabancı dil bilmenin ne gereği var? Hatta belki kutsal bilgi kaynağımız Google’ın olduğu bir zamanda bilgileri beynimizde taşıyıp hamallık ettirmenin bile anlamı yoktur. Peki durum sahiden böyle mi?

Proust ve Mürekkep Balığı
Yazar: Maryanne Wolf
Çeviren: Ferit Burak Aydar
Koç Üniversitesi Yayınları

En son ne zaman tek oturuşta, gözünüzü hiç kırpmadan uzun metraj bir filmi izlediniz? Saatlerce, ara vermeden, hiçbir bildirimi duymadan çalışmayalı ne kadar oldu? Peki ya kendinizi ânın akışına bırakarak, telefona bir kere bile bakmadan sevdiğiniz biriyle sohbet ettiniz mi hiç son zamanlarda? Günlük ortalama ekran süremizi ve telefonumuzu aktifleştirme sayımızı düşününce tüm bunların beynimizi değiştirmemesinin imkânı yok gibi duruyor. İnternetteki okuması birkaç dakika süren bir yazıyı bile kolay kolay tek oturuşta bitiremiyoruz. Önceleri seri biçimde kitap okuyan iyi okurlar bile son zamanlarda okumaya konsantre olmak konusunda güçlük çektiğini söyler oldu. Bu isimlerden biri Türkçeye de çevrilen Proust ve Mürekkepbalığı kitabıyla dikkat çeken bilişsel sinirbilimci Maryanne Wolf. Wolf, en sevdiği kitap olan Herman Hesse’in Boncuk Oyunu’nu yıllar sonra yeniden okumayı denemesi fakat fazla kompleks ve zor bulduğu için okuyamaması sonucu Reader, Come Home başlıklı kitabını yazmaya karar veriyor. Wolf’un kendi üzerinde uyguladığı bu deney, bir zamanlar kolaylıkla okuyabildiğimiz zorluktaki metinleri, eğer okuma biçimimizi aynı şekilde sürdürmezsek derin okuma becerimizi kaybedeceğimizi gösteriyor. Uzun vadede ise her an yalan haberlerle sarıldığımız, Google’ın bile kifayetsiz kaldığı, yanlış bilginin virüsten daha hızlı yayıldığı post-truth çağında doğru bilgiye ulaşmak konusunda sabrımızın azalması ve bu nedenle bilişsel saldırıların en büyük hedefi haline gelmemiz olası.

Her an farklı bir sekmeye atladığımız, seçeneklerimizin bunca çok olduğu, dahası -ne yazık ki- çocuklarımızın da bu alışkanlığı edindiği bir zamanda bir filmi baştan sona gözümüzü kırpmadan izlemek, kısa bir hikâyeyi bile ara vermeden okuyabilmek, aynı işi bölünmeden sürdürmek çok zor. Çocuklardaki etkisini muhtemelen en çok ödev yaptıklarında fark ediyoruz. Normal şartlarda dahi bir yetişkine kıyasla masa başında uzun süre sabit durması zor olan çocuklar akıllı telefonların, sürekli dikkatlerini dağıtan görüntülerin bombardımanı altında çok daha dağınık ve ne yazık ki tahammülsüzler. Beynimiz her şeye hemen adapte olduğu için oradan oraya atlamayı, tek bir şeye odaklanamamayı da çok çabuk alışkanlık haline getiriyor. Bu da sonucunda beynin dürtü merkezi olarak da adlandırabileceğimiz prefrontal korteksini küçültüp bizleri daha tahammülsüz ve dürtüsel kılıyor.

Yazma Sanatı
Yazar: Stephen King
Çeviren: Gökçe Yavaş
Altın Kitaplar

Stephen King, kendi yazarlık serüvenini anlattığı ve yazmaya dair tüyolar verdiği Yazma Sanatı kitabının bir yerinde “Televizyona duyulan bitmek bilmez iştahtan kurtulunca çoğu kişi okuyarak geçirdiği zamandan büyük keyif aldığını fark ediyor,” diyor. Sahiden de öyle değil mi? Okumanın tadını almış insanlar ekranların sunduğu kısa süreli mutluluk hissinin sabun köpüğü kadar geçici olduğunu ve kitaplardan alınan uzun süreli tatmin duygusunu iyi bilir. İnternetteki kısa metinleri değil de uzun ve nispeten daha kompleks metinleri okumak hem dikkat süresini artırır hem de derin okuma becerisini. Bir roman okurken kelimelerin tasvir ettiği yeri gözümüzde canlandırmak doğrudan beyindeki nöronları ve bağlantılarını etkiler. Oysa aynı kitabın filmini izlediğimizde pasif konuma geçmiş ve verili bir hayali yaşamış oluruz. Bu da  beynimizi  daha az çalıştırmamız anlamına gelir. İnteraktif oyun veya film/diziler bile yapay zekânın bize sunduğu kadarla sınırlıdır. Bu yüzden oradaki eylemlerimizi aktif olarak tanımlamak da pek doğru olmaz.

Bu çağda beynimizi daha az kullanmamız için pek çok sebebimiz var elbette. Fakat bilgileri beynimize depolamayı tercih etmemek, hazır görsellerle yetinip aktif olmayı reddetmek yalnızca konsantrasyon seviyemizi değil, tahammül sınırımızı da düşürüyor. Daha dürtüsel hareket ettiğimizde ise uzun vadede mutlu olamayacağımız bilimsel bir gerçek. Bu sebeple ekranlara olan bağımlılığımızı azaltma yoluna gitmek, kitap okumak, masal dinlemek, parkta vakit geçirmek, oyun oynamak gibi aktivitelere daha çok zaman harcamak hem bizim hem de çocuklarımızın beynine iyi gelecek.