Barış Saydam

Yunanlı kentbilimci Constantinos Doxiadis’in belleklerimize bir korku eşiği olarak kazınan ekümenopolis terimi, korku şehri anlamına gelir. Şehir anlamına gelen polis sözcüğünden türetilen kelime, İstanbul gibi devasa şehirler için kullanılır. Sırasıyla metropolis ve megapolisten daha fazla olan, diğer bir ifadeyle bu derecelendirmenin en üstünde bulunan ekümenopolis, nüfusu otuz milyona gelmiş, her yanı betonlaşmış, doğal kaynakları tükenmiş, yaşamanın bir ızdırap halini aldığı, kendi kapasitesini aşmış şehirler için söylenir. Belgesele de adını veren bu ifade, izlediğimiz görüntülerden ve ekrana bindirilen istatistiklerden sonra daha da net anlaşılır. Belgeselde özetle İstanbul’un nasıl bir ekümenopolise dönüştüğünün ibret verici öyküsünü izleriz.

Belgesel, Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki Avrupalı mimarların çizimlerine kadar uzanan seyirliği yüksek bir animasyonla başlar. Bu animasyon görüntüler bizlere iki şeyi hatırlatır. Bunlardan ilki, Osmanlı’nın yaşam tarzıyla kent mimarisi arasındaki paralelliktir. Bilindiği gibi, Osmanlı’da kentlerde mahalle örgütlenmesi önemlidir. Küçük mahalleler ve cemiyetler etrafında gerek ibadet mekanları gerekse mezarlıklar, medreseler gibi önemli yerler bulunur. Bu örgütlü yapı herkesin iç içe bir hayat yaşamasını, sınıf farklılıkları olsa dahi belirgin bir sarmal içinde herkesin günlük hayatta ortak bir paydada birleşebileceğinin de en güzel örneğidir. 19. yüzyılın sonlarında sanayileşmenin hız kazanması, büyük kentlerdeki iş imkanlarının artması ve artan nüfusu yerleştirmek için imara açılan yeni yerleşim alanlarıyla birlikte yaşam şekli de değişir. Sınıfsal niteliklere göre yerleşim alanları ve mekanlar da yeniden düzenlenmeye başlar. Cumhuriyetten sonra ise programlı bir şekilde yeni bir mimari yapı uygulanır. Fransız mimarların projesiyle İstanbul’daki fabrikalar Haliç kenarlarına taşınır, tramvaylar yollardan kaldırılır ve yerlerine otoyollar yapılır, pek çok alan yeniden imara açılır ve kent yeniden büyüyüp genişlemeye başlar.

Bu sürece bakıldığında, mahallelerde iç içe yaşayan insanların yavaş yavaş ayrıştırılarak, belirli sınıflara özgü mekanlara taşındığını görürüz. Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak hızla artan bu olgu, zenginlerin, fakirlerin, işçi sınıfının, orta sınıfın kendi istek ve ihtiyaçlarına göre kendilerine yeniden bir yaşam alanı tanımladıklarını gösterir. Herkesin iç içe yaşadığı sarmal şeklindeki bir yapılanmadan, çok katlı ve dışa kapalı sitelere uzanan sürecin izlerini ve kırılma noktalarını belgeselde görmek mümkündür.

Bir diğer önemli nokta ise, kentsel dönüşüm adı altında başlatılan süreçte, kentin ihtiyaçlarından çok artan nüfusun ihtiyaçlarına göre yeniden bir yapılanma içine girilmesidir. Osmanlı’dan sonraki dönüşüm sürecine atıf yapan ve belgeselin uzmanların açıklamaları ve istatistiklerle ilerleyen ikinci bölümü, bu açıdan ilk bölümdeki animasyonla da bütünlük gösterir. Günümüzdeki dönüşüm süreci de geçmiştekinin bir benzeridir ve kentin kendi kapasitesi gözetilmeden yaşam alanı tüketilir. Bu noktada belki de 1980 yılında İstanbul’da yapılan ilk metropolitan ölçekli planın ayrıntılarına göz gezdirmek faydalı olabilir. 80’deki rapora göre, kentin kaldırabileceği nüfus en fazla beş milyondur. Bugün nüfus on beş milyon, on beş yıl sonra ise yirmi üç milyon olması ön görülüyor. Bu rakamlara göre şu an şehir sınırlarının çok üzerine çıkmış durumda. Şehrin su ihtiyacı kendi kendine yetmiyor, önemli bir kısmı Bolu’dan karşılanıyor. Kuzeydeki yeşil alanlar her geçen gün azalıyor, denizlerdeki kirlenme oranı artıyor. Betonlaşma tarihin en yüksek sınırında, kullanılan otomobil sayısı her geçen gün yükseliyor. Bu tabloya bakarak, İstanbul’daki üç önemli eşiğin aşıldığını görüyoruz. İstanbul nüfus, ekonomik ve ekolojik eşiklerin hepsini aşmış durumda.

İmre Azem’in belgeseli İstanbul’un bu durumunu çarpıcı verilerle belgelediği kadar, bu dönüşümün insanlar üzerindeki etkisini de ekrana taşır. Bir yanda kendini kentin içinde çevresinden yalıtmış, dışarıya kapalı ve korunaklı sitelere kapatan bir grup insanı, diğer yanda da kendi mahallelerinden edilen ve kendileri için ayrılmış mekânlarda yaşamak zorunda bırakılan insanları görürüz. Kentsel dönüşüm projesinin ayrıştırdığı ve insanlara sosyal statülerine göre yeniden yaşama alanı çizdiği bölünmüş bir toplumsal yaşantının izlerine tanıklık ederiz. Ayazma’da bir yandan Ali Ağaoğlu’nun çılgın rezidans projelerini izlerken, öte yandan yıkılmış mahallelerinde kaderleri belirsiz ve sürülmeyi bekleyen mahallelilerin dramına ortak oluruz. Molozlar arasında kalan Sulukule’yi görürüz.

Ekümenopolis belgeselini değerli kılan nokta tam burada ortaya çıkar. Geçmişten günümüze İstanbul’un dönüşümünün anlatıldığı belgesel, aynı zamanda bu dönüşümden etkilenen insanların da izini sürer. Onların belirsiz geleceklerine bizleri de ortak eder. Kentin hikayesini kentte yaşayanların gözünden aktarmaya özen gösterir. Bu sebeple bir belgesel olmanın ötesine geçerek, tarihe de bir not düşer.

Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir
Yönetmen: İmre Azem
Yapım Yılı 2011, Türkiye, Almanya