Erkan Şimşek

Dünyanın farklı ülkelerindeki modernleşme hareketleri genelde sembolleşmiş kurumlar/kişilerin desteği veya doğrudan sahiplenmesiyle ilerlemiştir. Ne zamanlar? Genelde 19. yüzyılda… Bazen biraz öncesinde, biraz sonrasında…

İtalyan modernleşmesinde Carbonari, Yunan özgürlük hareketi içinde Filik-i Eterya, Makedonya özgürlük hareketini temsil eden VMRO (İç Makedonya İhtilalci Örgütü) ve nihayet Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin temel öznelerinden İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) bunlardan bazılarıdır. Bunların içinde VMRO (kuruluşu 1893) ve İTC (kuruluşu 1889) mensupları Makedonya’da sık sık birbirlerine karşı gerilla savaşı vermiş; örgütlenme biçimi, silahlı yapısı hatta yemin metinleri itibarıyla birbirlerine ilham kaynağı olmuşlardır.

Elvada Güzel Vatanım
Ahmet Ümit
Everest Yayınları

Her ülkenin kendi toplumsal, siyasal koşullarına göre farklı motivasyonlarla doğan, farklı işlevleri olan bu 19. yüzyıl özgürlük hareketlerinin kabaca milliyetçi, modernist, laik ve anti-monarşist çizgileri vardır. Ulus devlete giden sürecin “müjdeleyicileri” bu örgütler olmuştur. Sloganları da “ölüm ya da özgürlük” şeklinde adeta klişeleşmiştir. Yunanistan’da “eleftheria i thanatos”, Makedonya’da “sloboda ili smrt”, Türkiye’de de ittihatçı kadroların yönettiği milli mücadele döneminin sloganı olan “ya istiklal ya ölüm” bu örgütlerin şiirsel bir özeti gibidir. Bu tür örgütler genellikle aydınlar, küçük toprak sahipleri, gazeteciler, askerler ve esnaf gibi entelektüel, girişken, ekonomik dinamizmi olan veya milli duyguları güçlü sınıflar içinden doğmuştur. Bu örgütler aynı zamanda, laikliğe dayanan, modern eğitim kurumlarını tesis etmeye çalışan, dinî yönetimlere mesafeli, cumhuriyet – demokrasi gibi siyasal prensiplere yakın duran kitle hareketleri olarak birer kurucu zihniyet olmuşlardır.

Ancak bu örgütlerin birçoğunun kaderi karşı çıktıkları rejimlere dönüşmekle nihayete ermiştir. Antikomünist Raymond Aron “Hürriyet adına başlayan ayaklanmaların istibdatla sonuçlanması Marksizm’in tarihi dramıdır.” der. Bu sözü Marksizm bağlamında tartışmayıp Türkiye’deki ittihatçılık – neo-ittihatçılık tartışmaları için ödünç alırsak fotoğraf netleşir. İttihatçılık da, karikatürleştirirsek eğer, iktidara geldikten sonra, karşı çıkıp devirdikleri II. Abdülhamit rejimine yer yer rahmet okutmuştur. Ahmet Ümit’in ittihatçılık okuması ve romanı bağlamında bu noktaya geri döneceğiz.

Tarih kitaplarını yeni açmış genç okurlar için biraz geriden başladığımız bu girişe İTC’nin ne olduğu ile devam edip az sonra Ahmet Ümit’in Elveda Güzel Vatanım romanına geçeceğiz. Ama şimdi biraz daha “giriş”e devam… İTC, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında gizli bir cemiyet olarak kurulmuş, yukarıda saydığımız karakteristiklere uygun, gazetesi, ordu içinde yapılanması, silahlı fedaileri, güçlü entelektüelleri olan, akabinde partileşmiş, iktidara gelmiş, kurucu unsur olmuş, ahaliye siyaset alanı açmış, Osmanlı meclisini sol ve hatta feminist tartışmalarla tanıştırmış ama aynı zamanda Ermeni katliamlarının da faili olmuştur. 1918’de kendini kapatsa da küçük bir boşluktan sonra cumhuriyetin kurucu kadroları içinde dönüşerek de olsa yaşamasını, yönetmesini bilmiştir. Tâ ki bugünlere kadar…

Nihayet romana gelirsek: Elveda Güzel Vatanım (EGV), Ahmet Ümit’in birkaç kanaldan ilerleyen romanları içinde (Başkomser Nevzat polisiyeleri, tarihî romanlar, siyasi polisiyeler vs) farklı yerde duran tarihî/siyasi bir roman…

Roman, İttihatçı fedai Şehsuvar Sami’nin etrafında dönüyor. Bir de tabii, bir Ahmet Ümit, klasiği olarak erkek jönün azınlıktan sevgili var. Yahudi Ester. Ahmet Ümit bu toprakların eski zamanlarda kalmış çoğulculuğunu ve kültürel zenginliğini hep bu karakterler üzerinden anlatıyor. Başkomser Nevzat’ın Ermeni sevgilisi Evgenia da bu imkanı veriyor yazara. “Biz eskiden böyleydik.” diyebilmesini sağlıyor. Şehsuvar ile Ester’in aşkı da bir zamanlar bu ülkenin bir şehri olan Selanik’te başlıyor. Elveda denilen vatan da işte burası: Selanik. Tabii, romanı bitirince vatandan kastın sadece Osmanlı’nın eski toprakları değil; bir yaşam biçimi, bir ruh hali olduğunu anlıyoruz. O bir daha asla geri gelmeyecek olan yıllar. EGV bu haliyle, irrasyonel bir “yıkılan Osmanlıya ağıt” merasimine dönüşmüyor. Yıkılışı çok daha insanî bir yerden inşa ediyor. Asıl ağıtını o zamanın ruhuna yakıyor.

Yakmasına yakıyor da beş yüz küsur sayfalık romanda insan ister istemez çok daha fazlasını bekliyor. Romanın sonuna yaklaştıkça o bir türlü “patlamayan tüfek”, yani gerçekleşemeyen dramatik patlama, romanın romanlığını götürüyor, geriye tarih kalıyor. Romanın romanlığını götüren bir başka nokta da kurgusu. Öncesinde birkaç cümleyle romanı özetleyeyim: Cumhuriyetin kurulması ve İzmir suikastının ardından İstanbul’da bir otelde kendi iç hesaplaşmasını yapan İttihatçı fedai Şehsuvar, kişisel tarihini günbegün mektuplaştırıp eski sevgilisi Ester’e yollar. Bu mektuplar, Şehsuvar’ın 1907’de cemiyete girişinden 1926 İzmir Suikastı sonrası yaşananlara kadar geçen yaklaşık 20 yıllık dönemin olaylarını anlatır.

Sıkıntı da burada başlıyor. Misal; bir Osmanlı bürokratına karşı düzenlenmiş suikastın en ince detaylarını (tetikçi filan sokağa saptı, falan binanın önünde ateş etti) veyahut bir dönemi temize çekecek veya karanlığa gömecek bir tarihsel tartışmayı sevgiliye yazılmış romantik bir mektuptan okuyoruz. Ahmet Ümit’in yazınsal tercihlerine karışacak değiliz de konu ittihatçılık olunca bütün bu detayları aşk mektuplarına yedirmek fazlasıyla zorlama bir tercih. Üstüne bir de o bildik Ahmet Ümit polisiyelerine has gizemler de eksik kalınca, edebiyatsız bir romanla karşı karşıya kalıyoruz. Birkaç güzel İstanbul tasviri, aynı derecede güzel Selanik mersiyelerini çıkarınca geriye bir II. Abdülhamit / İttihat Terakki / Cumhuriyet kronolojisi kalıyor.

Bu durumda en doğrusu EGV’deki tarihe, yani Ahmet Ümit’in İTC okumasına şöyle bir değinmeye çalışmak. Çalışmak diyorum, zira tarihçi değilim. Ama romanın niyetini sezmek için tarihçi olmaya gerek yok. Ahmet Ümit’in ittihatçılık okumasına geri döneceğiz demiştik. Türkiye’de ittihatçılığın tarih yazımı kabaca iki ekolden ilerler. İlginçtir ikisi de yabancıdır ve ikisi de Türkiye’deki yaygın yaklaşımların özeti gibidir: Feroz Ahmad ve Erik Jan Zürcher’den bahsediyorum. Bu ikilinin kitapları bilhassa akademideki İTC analizlerinin çerçevesini oluşturur. Kemalist / özcü yaklaşımlar Feroz Ahmad’a yaslanırken, liberal / sol çevreler İTC’yi Zürcher’in yaklaşımıyla analiz ederler. Tabii bu durumu biraz da karikatürleştirdim. Türkiyeli birçok tarihçinin soğuk kanlı / hakikat kaygısı taşıyan çalışmaları da yok değil. Ancak Ahmet Ümit’in okuması dahil yaygın birçok İTC analizi hâlâ bu iki paradigmaya sıkışmış durumda. Batı’da ve burada İTC hakkında sayısız yeni kaynak, belge, yorum çıkıyor. Türk tarih yazıcılığının yeni bir okumayı inşa edeceğine olan ümidimizi koruyarak yine romana dönelim. Dönmeden önce de bir karakterler molası verelim: Ahmet Ümit gerçek isimleri, kendi mahsulü kurgu karakterlerden daha iyi ele almış. Hatta fazlasıyla da insanlaştırmış. Hem II. Abdülhamit’i hem de onun muarızı Talat Paşa’yı günümüzdeki çift taraflı yaygın kalıpların dışına çıkarak teşhis etmiş, melek / şeytan ikilemine düşmeden ama bir şekilde de pozitif noktalardan romanına buyur etmiş. Meclis kapatan, ülkeyi istibdatla yöneten bir padişahı edebiyat seven, ağırbaşlı, güngörmüş bir ihtiyar olarak okurken; katliamlar tasarlayan zalim bir siyasetçiyi dostluğa önem veren, serinkanlı, vefalı, adeta halkçı biri gibi görüyoruz. Ümit, filtresinden geçirdiği bu iki isim için adeta okuru üzülmeye davet ediyor. Trajedilerini açığa çıkarıyor. Romancıyı bunun için suçlamak edebiyata ihanet olur, lakin okuduğunun roman olduğunu unutup buradan tarih öğrenmek isteyecek okurlar için bu kısımların yanıltıcı olacağı aşikar.

Ahmet Ümit, hem kitaptaki ele alış biçimiyle hem de kitap eksenli olarak verdiği söyleşilerde ittihatçılığı biraz da bugünün AKP iktidarını tanımlama tarihî bir pozisyona oturtmak ve hatta deşifre etmek için kullanıyor. Bu benim zorlama yorumum da olabilir ancak tarihçi olmadığım için bu cahil cesaretini gösterebilirim sanırım.

Şüphesiz İTC ile CHP arasında, DP arasında, MHP ve AKP arasında illiyetler kurulabilir. Hatta kurucu iktidar olmaları hasebiyle bu bağları sadece CHP ve AKP bağlamında da ele alabiliriz. Lakin bu her zaman çalışan bir formül olmayabilir. Tarih ve roman ekseninde anakronizm tuzağı tuzakların en büyüğüdür. Aktörlerin, dönemlerin önüne arkasına da bakmak gerekiyor biraz da. AKP’nin 13 yıllık performansını da Raymon Aron’un yukarıdaki saptamasına denk düşürebiliriz; tıpkı İTC’de olduğu gibi. Ancak AKP’yi yerli yerine oturtmak için İTC bagajına hiç ihtiyaç yok. Artık güncel tarihi başka simgelerle, başka tarih yazımı paradigmaları ile ele almak gerekiyor. Yoksa bu bir kısırdöngü. Abdülhamit heyulasının panzehiri olarak kurulan cumhuriyeti eğer bugün “ancien régime”, yani Eski Türkiye haline geldiyse ve AKP iktidarı İTC ile eş görülürse aynı Atatürk cumhuriyeti bu sefer II. Abdülhamit rejiminin kendisi oluyor. AKP’nin zulmüne karşı iktidara gelecek “Post AKP” bir yapının kendi zulüm siyasetini inşa edeceği bir gelecek tasavvurunda yine ittihatçılık anahtarı ile analiz yaparsak bu sefer de bugünün AKP’si için sâbık Abdülhamit rejimi denecek. Kırılmayan tarihsel döngüler.

EGV’nin bendeki çağrışımları bu oldu. Güncele dair yapılacak siyasal bir eleştiriyi, yakın tarihin bereketli sularında gezdirip aşk ve spekülatif tarih anekdotlarıyla süslemek. EGV, konuyla ilgili olanlar için sürprizlere kapalı olsa da hakkını teslim edelim tarihin bu bahsini okumamış okurlar için çok cazip gelecektir. İlgiyi de artıracaktır. Ancak Türkçenin ittihatçılıkla ilgili zengin bir roman geçmişi var ve bu külliyatı düşünürsek EGV ve Ahmet Ümit yeni hiçbir şey söylemiyor. Metnin dramı da en büyük sorunu da zaten bu. Özetlersek; Şehsuvar Sami’nin geçmişi azılı bir ittihatçının hakikatlerine tekabül ederken, onun romandaki güncel hali, hesaplaşma biçimi ve vicdanlı tarafa geçmiş hali, sanki Ahmet Ümit’in kendi düşünsel dünyasını ve siyasi pozisyonunu temsil ediyor. Ahmet Ümit’in neden pişman ve karanlıktan aydınlığa geçmiş bir ittihatçıyı lirik bir şekilde stilize ettiği ise romana ve Ümit’e dair naçizane benim kafamdaki en büyük soru.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 5.sayısında yayınlanmıştır.