Alocu Tilki’nin Serencamı, Emrah Polat’ın İletişim Yayınlarından çıkan yeni romanı. Bir dolandırıcının dramatik hikâyesini anlatıyor Polat. Kandırma psikolojisi ve kandırmanın kendisine ilişkin ironik dille, her biri fıkra gibi okunabilecek olaylarla başlayan roman giderek koyulaşan, ağır bir hastane hikâyesine dönüşüyor. Polat’la yoksulları, dolandırıcıları, edebiyatı konuştuk.

Söyleşi: Necdet Deniz Duygulu

Bir dolandırıcıyı anlatıyorsunuz. Kandırma ve dolandırma hatıraları anlatıyorsunuz. İnsan şunu düşünmeden edemiyor, nasıl kandırıyorlar, bu kadar mı saf olabilir bu insanlar dedirtiyor…
Biliyorsunuz hepimizin zaafları, karnımızın yumuşak yanları var; vicdanla, korkularla, parayla ve başka şeylerle ilgili. Roman çıkmadan Kalem Ajans’tan Nermin Mollaoğlu ile konuşuyoruz, romanın pdf halini okumuştu, bazı yerler üzerine epey konuştuk, güldük, kendi geçmişinden söz etti, yakınlarda bir arkadaşı dolandırılmış, 100.000 lira gibi yüklü bir meblağ ve bu insan üniversitede hoca. Dolayısıyla dolandırılmak eğitime bakmıyor. Dikkat ederseniz romanda pek de saf olmayan insanları rahatlıkla tuzağa düşürebiliyor Tilki.

Bir de otorite karşısında çoğu insanın boynu kıldan ince. Dolandırıcılar bizde hemen bir otorite figürü kılığına giriverir. Mesela Norveç’te birinin polis olarak başkalarını dolandırması neredeyse imkânsızken bizde ise bu durum sıradanlaşmıştır; sık sık polis olarak ararlar ya da cep telefonlarımıza çağrı atarlar, falan.

Hiçbir küçük dolandırıcı zengin olamıyor, kişisel hikâyelerine bakarsanız, çoğu genç yaşta ölüyor, parasızlık çekiyor, hapislere düşüyor vs. Kapitalizmin yalan, iğva ve kandırmacaya dayalı pazarlama stratejileri, reklamları, borçlandırma oyunlarını da dolandırıcılık sayarsak, bu küçük dolandırıcıları nasıl tanımlayacağız. Küçük balıklar, taklitçiler, amatörler, baştan kaybedenler vs…
Söyleyeceklerimle dolandırıcıları hoş göstermek istemem ama -eleştirsek dahi içinde olduğumuz- kapitalizmin çalışma mantığının karmaşıklığını düşünürsek bizim dolandırıcılar çok saf kalıyor. Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in romanlarında başarıyla resmettiği Çukurova’nın pamuk tarlalarında karın tokluğuna çalışanların kanını emen ağaların torunları bugün İstanbul’da müzeler açıyor, kültürel etkinlere sponsor olup dedelerinin vahşiliklerini unutmaya ve unutturmaya çalışıyorlar. Tamam, kültürel etkinlikleri -vergiden düşerek de olsa- desteklemek iyidir, hoştur ama şunu da biliyorum ki büyük servetleri ancak büyük “dolandırıcılar” yapabilir. Bir de tabii küçük dolandırıcıların dejenere kumarbazlara benzeyen yanları yok değil; nasıl ki dejenere kumarbazlar ne kazar kazanırlarsa kazansınlar zengin olamazlar, onlar için esas olana, kumar oynamaya devam etmek isterler. Küçük dolandırıcıların çoğunun da zenginlikle, parayla ilişkisi böyledir.

Önceki romanlarınızda da şehrin kenarları, alt sınıflar, yoksullar, suçla ilişkili insanlar vardı. Başlangıç noktası olarak norm dışı insanlar size daha mı etkileyici geliyor.
Yazmaya ilk başladığımda “eli yüzü düzgün” yerlerden, insanlardan bahsediyordum; temiz sokaklardan, yakışıklı oğlanlardan, güzel kızlardan, börtü böcekten, elinde şarap kadehiyle boğazdaki martıları seyreden insanlardan bahsediyordum. Odamın camını açtım, aramızda 5 kilometre olan Mamak Çöplüğü’nün kokusu bir geliyor, Melih Gökçek sağ olsun, öyle böyle değil, burun direğim kırılacak. Sen ne yapıyorsun dedim kendime, yalıda mı doğdun, köşkte mi yaşıyorsun, kendine gel. Sonra dilimin rahat ettiği yerleri yazmaya başladım, yazdıkça da gördüm ki Mamak Çöplüğü’nün kokusu değişti, şimdi ise bambaşka kokuyor o çöplük.

Bir de tabii, Mamak Çöplüğü metaforunu açarak konuşuyorum, dış dünya gerçeği ile yazınsal gerçeğin güzellik ölçütü birbirinden farklıdır, bir roman ya güzeldir ya değil; örneğin güzel bir yerle ilgili olduğu için güzel olması gerekmiyor, içinden lağım geçen gecekondu mahallesi de güzel güzel anlatılabilir; güzel dediysem orası kendi varlığından başka bir varlığa dönüşebilir iyi edebiyatla. Yani edebiyatın güzellik ölçütü kendindedir, dış dünyaya bağlı değildir; zaten biliyorsunuz bu estetik kıstas diğer sanat dalları için de geçerli.

Benim gibi orta sınıfa mensup olduğunu yazdıklarındaki ayrıntılardan sezdiğim bazı arkadaşlar genelde zengin yaşamları anlatıyorlar, romanlarını okuyorum, tebessüm ediyorum, aslında okuduğum bir heves; zengin olma, sınıf atlama hevesi. Nesnel olarak bunun mümkün olamayacağını bildiğim için hallerine gülüyorum doğrusu. Bunları köhne bir otoparka götürseniz, ne yapar eder, anlatacak bir Aston Martin bulurlar orada, ama duvar yıkıntısına sığınmış yaşlı kevaşeyle şarabını paylaşan keşi görmezler, görseler bile başlarını çevirirler, anlatmaktan korkarlar adeta, anlatırlarsa onlar gibi olacaklarını zannederler. Zeki Demirkubuz filmlerini izleyemezler mesela. Hayatlarında hiçbir katı atık işçisine selam vermemişlerdir. Bu insanlara birilerinin şunu söylemesi lazım: Zenginliği anlatınca zengin, fakirliği anlatınca fakir olunmuyor.

Norm dışı insanların bana daha etkileyici geldiği doğru; çünkü romanın itici gücü olan çelişkiyi öyle insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde tesis etmek daha kolay oluyor, pratik bir gerekçe yani. İlk romanım ‘Köpek Adamlar’da, Ankara’daki köpek dövüşlerini anlattım, bunu yaparken meseleye sosyolojik bir boyut katmaya çalıştım, romanın bu boyutuyla ilgili başvuru kaynağım Necmi Erdoğan’ın derlediği ‘Yoksulluk Halleri’ adlı önemli çalışma oldu. Kitabın sonundaki mülakatların dökümü kent yoksullarının dilsel farklılaşmasını tanımama yardım etti. Ayrıca mesele köpek dövüşü gibi -yaygın ama üzerine pek çalışılmayan- bir mesele olunca mecburen merkezden uzaklaşıyorsunuz. İyi de oluyor doğrusu. İkinci romanım ‘Yüzler’de de -başka nedenlerle de olsa- merkezden uzaklaşma zorunluluğu doğdu.

Serin bir dil var bu romanda. Dramatik bir olayı son derece olağan bir dille anlatıyorsunuz.
Teşekkürler. Amaçlarımdan biri buydu. Hastane bölümlerinde acıya, “şiddete” soğuk, hadi sizin dediğiniz gibi diyelim, serin bir dille yaklaşıp etkiyi çoğaltmak ve zamansal olarak uzatmak istedim; Jerzy Kosinski’nin ‘Boyalı Kuş’ta yaptığını yapmaya çalıştım esasen. Başarabildiysem ne mutlu bana.

Tilki’nin hayatı bir anda değişiyor ve bambaşka bir evreye geçiyor. Toparlayacak mı iyileşecek mi sorusunu gündemde tutuyorsunuz. Cinsel çağrışımlı rüyalar, hayaller ve hatıralar birlikte gelişiyor. Nedamet mi geçiriyor Tilki?
Karakterin hikâye içinde değişmesi gerekiyor ki roman, roman olabilsin, en azından benim yazmaya çalıştığım ve okumayı sevdiğim romanlar böyle. Kuşkusuz bu değişim bugünden yarına olmamalı. En çok nefret ettiğimiz insanları düşünelim, belki de zamanında çok sevdiğimiz insanlardı bunlar. Sadık’ta da bir geçiş yaşanıyor; iyileşecek mi, iyileşmeyecek mi soruları merak unsurunu diri tutmak için işlev görüyor. Rüyaları ve hatıraları da bu geçiş sürecinin birer yan unsuru olarak değerlendirmek yerinde olur diye düşünüyorum.

Dolandırıcılığa devam etme isteğinin sönmediği işaretlerini de veriyor Tilki, pişmanlık duyduğu yönünde işaretler de, tipik bir geçiş süreci yani. Bu tür “kararsızlık halleri” ve belirsizlikler sayesinde romandaki sürükleyiciliği sağlamaya çalıştığımı söyleyebilirim.

Buna devam edelim isterim. Tilki pişman olacak biri mi sizce? Oluyor mu veya… Bir karakterin değişimini, edebi olarak nedamet geçirmek olgusunu konuşalım mı? İnsanı hayata bağlayan şeylerden biri mi pişmanlık veya nedamet…
Aslına bakarsanız Tilki pişman olacak birisi değil, ama eskisi gibi konuşamadığı için mesleğine dönemiyor, bir tür mecburiyet yaşıyor yani.

Aslında pişmanlık, nedamet bunlar karakter için olmazsa olmaz bir hususun, değişimin sonuçları. Pixar Animasyon Stüdyoları’nın iyi bir hikâyede olmasını istediği ilke roman için de geçerli bence: Bir zamanlar _____ vardı. Her gün, _______ yapardı. Bir gün _______ oldu. Bu yüzden _______. Ve yine bu yüzden, ________. Ve sonunda ________. Elbette romanı oluşturan ayrıntılardır ama Pixar’ın bu ilkesindeki boşluklar doldurulursa Alocu Tilki’nin Serencamı kaba hatlarıyla özetlenmiş olur.

Sorunuzun son bölümünü tam olarak anlayamadım, ama özel bir soruysa şöyle yanıtlayayım: Pişmanlık insanı hayata bağlayabilir, ama hiçbir zaman böyle bir hissiyat içinde olmadım, yalnızca “keşke olmasaydı” dediğim zamanlar olmuştur, fakat başınıza ne geleceğini iradi gibi gözüken bir eylemde dahi tümüyle belirleyemiyorsunuz maalesef. Son anda, 10 Ağustos 2000 tarihli gazeteye “Anı yaşamak önemlidir, başka hiçbir şey önemli değildir!” diye yazmıştım. İnsan, gerçekle ilişiği kopunca kendine mantıklı, ama başkalarına saçma gelebilecek cümleler kurabiliyor. Ya da söylediği ile demek istediği arasındaki açı büyüdükçe büyüyor. Neyse, belki başka bir söyleşide açarım bu konuları.

Son olarak -her şeye rağmen- alnımı kırıştıran bu rezil hayatı seviyorum ve ölmeyi hiçbir zaman istemedim, istemiyorum da. On bir yıldır düzenli olarak her gün ilaç kullanıyorum ve ilacın dozu, altı ayda bir yaptırdığım kan ölçümleri sonunda doktorum tarafından belirleniyor. Muhtemelen ilacı ömrümün sonuna kadar kullanacağım.

Manik depresif bozukluk, görünümü psikolojik olsa da kökeni -kalp hastalığı, diyabet gibi- biyolojik. İlaç kullanmadan, diyelim iradenizle bu hastalıkla başa çıkmanız imkânsız. Çoğu intiharın kökeninde de insana haz veren bu illet yatıyor ne yazık ki. Son günlerde çokça konuşulan bir intiharı, Mehmet Pişkin intiharını düşünüyorum; psikiyatrı, muhtemelen sevenlerini daha fazla üzmemek için konuşmuyor, ama keşke konuşsa, genç ölümlerin, sakat kalmaların önüne bir nebze de olsa geçilebilir. Ayrıca intihar yüceltilmemeli ve delilik romantize edilmemeli diye düşünüyorum. Neyse, konuyu uzattım sanırım.

Bu ürüne babil.com‘dan ulaşabilirsiniz.

Alocu Tilki’nin Serencamı – Emrah Polat
İletişim Yayınları