Röportaj: Rukiye Şahin

16. yüzyılda Osmanlı istihbaratını konu alan Sultan’ın Casusları: 16. Yüzyılda İstihbarat, Sabotaj ve Rüşvet Ağları nisan ayında Kronik Kitap tarafından basıldı. Osmanlı istihbaratının kaynaklarını, yöntemlerini ve kurumsal yapısını incelemenin yanı sıra, birbirinden ilginç casus hikâyeleri de içeren kitap, İstanbul ٢٩ Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan’ın Osmanlı, Venedik, İspanya, Floransa, Cenova ve Ragusa arşivlerinde on seneyi aşkın bir süredir gerçekleştirdiği araştırmalara dayanıyor. Rukiye Şahin, Divan-ı Hümayun’un eline zamanında ulaşan sahih bilgilerle stratejisini oluşturduğunu belirten Gürkan’la Osmanlı istihbaharatını konuştu.

Sultanın Casusları bugüne kadar pek incelenmemiş bir konuyu, Osmanlı istihbaratını mercek altına alıyor. Bu projenin ortaya çıkışından biraz bahseder misiniz?

Konuyla ilgilenmeye 16. yüzyıldaki Osmanlı korsanları üzerine çalıştığım yıllarda başlamıştım; yüksek lisans tezim için Avrupa arşivlerinde yaptığım araştırmalar esnasında önüme birçok casus ve istihbarat hikâyesi çıkmaktaydı. Daha sonra Georgetown Üniversitesi’nde doktora yaparken bu konuya eğildim. 2012 yılında savunduğum tezim Osmanlı, Venedik ve İspanyol gizli servislerinin detaylı bir karşılaştırmasıydı ve Osmanlı ile ilgili birçok şeyi atmak zorunda kalmıştım. Bu kitaba onları da dâhil ettim ve akademik dili biraz da yumuşattım ki daha geniş bir okuyucu kitlesine hitap edebileyim.

2017 yılına kadar Osmanlı casusluğu ile ilgili sistematik ve detaylı bir çalışma yapılmışa benzemiyor. Böyle önemli ve güncel bir konuda bugüne kadar herhangi bir çalışma yapılmamasını neye bağlıyorsunuz?

Bunun en önemli nedeni casusluk gibi bir konuyla ilgili gerekli kaynakları bulmanın zorluğu. Tarihçi, kaynaklarının insafına kalmış biridir. Ya düzenli tutulmadıklarından ya da saklanmadıklarından, bazen çok önemli bir konu ya da dönemle ilgili bugüne hiçbir belge kalmaz. Osmanlı arşivlerinin çok zengin olduğu sürekli söylenen bir şey; ancak bu tam anlamıyla doğru değil. Arşivlerimiz nüfus hakkında ya da mali ve idari konularda milyonlarca belge ihtiva ederken, casusluk gibi bir alanda sistematik bir çalışmayı mümkün kılacak kadar kapsamlı fonlar ne yazık ki yok.

Bu yüzden Osmanlı arşivindeki belgeleri, Venedik, İspanya, Floransa, Cenova ve Ragusa gibi Avrupa arşivlerinden çıkan ve yakalanan ya da tespit edilen Osmanlı casuslarıyla ilgili belgelerle desteklemek gerekti. Bu da uzun ve yorucu bir çalışma demek; zira beş yüz yıl öncesinin Osmanlıcası, Fransızcası, İspanyolcası, İtalyancası, Almancası ya da Portekizcesiyle yazılmış, bozuk sentakslı, arkaik kelimelerle bezenmiş bu belgeleri okumak için dönemin el yazısını da sökmek gerekmekte. Bu paleografik engelin dışında, konu casusluk olunca işi daha da karışık hâle getiren başka bir şey de, birçok belgenin şifrelenmiş olması. Allah’tan casusların şifreli yazdığı kısımlar genelde kançılaryadaki kâtipler tarafından ayrı bir kâğıda ya da derkenara deşifre edilmiş; ancak deşifreli kısmın kaybolduğu durumlarda, bunlarla birebir uğraşmak zorunda kaldığım da oldu. Tabii aynı arşivden şifre anahtarı da çıkması koşuluyla… Son olarak, bazı gizli yazı tekniklerinin de kullanıldığını ekleyeyim. Casuslar raporlarını limon suyu ya da idrar gibi görünmeyecek bir madde ile yazar ve boş gözüken sayfanın ön tarafına da bir tüccar ya da esirin ailesine yazdığı bir mektup koyarlardı. Bu mektubun zarfındaki bir anahtar kelimeden bunun casus raporu olduğunu anlayan yetkililer de bu mektubu ateşe tutup görünmeyen mürekkebin kırmızı bir şekilde ortaya çıkmasını sağlarlardı. İşte bu ortaya çıkan metinler okunması en zor olanlar oluyor, zaten bir tanesinin resmini de kitaba koydum.


Sultanın Casusları
16. Yüzyılda İstihbarat, Sabotaj ve Rüşvet Ağları
Emrah Safa Gürkan
Kronik Kitap

Osmanlı casuslarından bahsettiniz. Bu casuslar kimlerden seçiliyor? Nasıl bir eğitimden geçiyorlar?

Öncelikle, 16. yüzyılda hükümetlerin bugünküler gibi elemanlarını sıkı bir eğitimden geçirmelerinin mümkün olmadığını belirtmeliyiz. Enderun ve Acemi Ocağı gibi elit asker ve yönetici yetiştiren ve döneminin oldukça ilerisinde olan istisnai kurumları bir köşeye bırakırsak devlette görev alan asker ve idarecilerinin eğitimi genelde görevleri sırasında edindiği tecrübelerden oluşurdu. Zaten 19. yüzyıl sonuna kadar Avrupa’da da casusluğun herhangi bir kurumsal yapıya kavuşmadığını görmekteyiz; bu anlamda ilk ciddi girişimler Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla kurumsal bir yapıdan, casuslara verilen bir eğitimden bahsetmek söz konusu değil.

Osmanlı casuslarını bir devlet memuru gibi de algılamamak gerekir. Bunlar genelde Osmanlı ekâbirlerine çalışmaktaydılar; yani paşa ve sarayla ilişkiler geliştirmiş gözdelerin kapı halkını oluşturmaktaydılar. Bunların askeriye içinde yer alanları devletten maaş ve tımar almaktaydı; ancak bir kısmı da bağlı oldukları paşalar tarafından ödüllendirilmekteydi. Bu paşalar için bilgi edinmek, Divan’daki tartışmaları kendi istedikleri şekilde yönlendirmek açısından çok önemliydi. Kitapta da gösterdiğim gibi, bazen bizzat kendi hükümetlerini yanlış bilgi ile besledikleri ve Osmanlı dış politikasını kendi hiziplerinin çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalıştıkları bile olurdu. Osmanlıların sınırdaki askeri birliklerde sürekli istihbaratla uğraşan casusları bulunmaktaydı. Genelde mühtedi, yani Hıristiyan dönmelerinden oluşan bu kişiler düşman toprağına tüccar, esir fidyecisi veya din adamı kılığında giderler, dilini, âdetini ve dinini iyi bildikleri bu yörelerde bilgi toplayarak geri dönerlerdi. Denizde bunu en iyi yapanlar hafif ve hızlı gemileriyle korsanlardı. Zaten Osmanlı korsanlarının önemli kısmının İtalyan ve İspanyol dönmeleri olduğunu belirtelim.

Casusluk genelde kendi başına bir iş olarak algılanmamalıdır. İşi gereği Akdeniz’i baştan aşağı dolaşan tüccar, korsan, esir fidyecisi, din adamı ve paralı askerler gittikleri yerlerde yetkililerle temas etmekten ve onlardan para sızdırmak için geldikleri yerde duyduklarını paylaşmaktan veyahut çeşitli sabotaj, suikast ve rüşvet operasyonları önermekten çekinmezlerdi. Bu bilgi ve gizli operasyonlar onlar için ipekli kumaş, baharat ya da değerli mücevher gibi satılacak bir metadan öte bir şey olmasa gerek. Profesyonel bir şekilde bilgi toplayan ve düşman topraklarında zorlu operasyonlara girişenler de vardı muhakkak; ama bunlar bile esas amaçları belli olmasın diye yukarıdaki kılıklardan birine girmek durumundaydı. Ayrıca, Yahudiler ve Müdecceller (İspanya’daki Arap halk) gibi vatanlarından kovulmuş ve Akdeniz’in dört bir yanına dağılmış bazı etnik ve dini grupların birbirleriyle olan bağları da, Osmanlı hükümetinin Batı Akdeniz’den haber almasına yardım etmiştir. Bunların her zaman bir isyana hazır olduklarını ve İspanyollara karşı Osmanlı donanmasını sürekli olarak yardıma çağırdıklarını ekleyelim. Bu tip isyan girişimlerine bazen Hıristiyanların da katıldığı olmaktadır, din adamı olsalar bile! Mesela Güneş Ülkesi adlı kitabın yazarı meşhur filozof ve ilahiyatçı Tommaso Campanella ve bir grup Dominiken keşiş, İtalyan asıllı bir mühtedi olan Cigalazade Yusuf Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı donanması ile koordineli olarak Napoli’de İspanyollara karşı isyan çıkarmaya çalışacak, ancak foyaları meydana çıkınca harekât başarısız olacaktı. Meşhur kitabını hapiste yazacak olan Campanella’dan daha şanslı olup yakalanmayan birçok komplocunun soluğu İstanbul’da kuzenlerinin yanında aldığını da belirtelim.

İşte bu noktada kozmopolit kültürü ile dikkat çeken İstanbul’un diğer Avrupa başkentlerinden bir farkı olduğunu görmekteyiz. Bu emperyal başkente dünyanın dört bir yanından diplomat, tüccar, asker, mühendis, denizci ve esir gelmektedir. Tersanenin olduğu kısma Nuova Calabria yani Yeni Kalabriya demeleri boşuna değildir; burası İtalyan kaynamaktadır! Bu tabi hem avantaj hem de dezavantajdı. Bir yandan her yerden İstanbul’a düzenli bilgi akarken, öte yandan da her tarafta aşık atan düşman casusları ile mücadele etmek, onları yakalamak, etkisiz hale getirmek ve yanlış bilgi ile yanıltmak gerekmektedir. Osmanlı istihbaratının esas sınavı hep bu olmuştur. 

Arka Kapak dergisi 20. sayı