İshak Arslan

20. yüzyılın önde gelen fizikçi ve felsefecilerinden Werner Heisenberg (1901-1976) yeni bilimin doğuşu ve gelişimi ile dünya savaşlarının etkisiyle derinleşen teknoloji etrafındaki cari tartışmaları 1955-56 döneminde verdiği Gifford Lectures’da ele almış, bu dersler daha sonra Physics and Philosophy: The Revolution in Modern Science başlığıyla yayımlanmıştı. Henüz yirmi üç yaşında Bohr’un yanında öğrenciyken Matris Mekaniğini geliştiren genç fizikçi, kuantum teorisi ve atom fiziği alanındaki araştırmaları ve katkıları dolayısıyla yüzyılın en etkili bilim insanı ve düşünürleri arasındaki yerini almış, başarılarını genç yaşında kazandığı Nobel ödülüyle perçinlemişti. Heisenberg’in çalkantılı biyografisi iki dünya savaşı başta olmak üzere 20. yüzyılda yaşanan hemen bütün değişim, yenilik ve krizlerin izlerini taşır. Pek çok arkadaşı ve meslektaşının aksine en güç zamanlarda bile Almanya’dan ayrılmayan ve Alman hükümetinin başta nükleer silah geliştirme programı olmak üzere en gizli ve stratejik projelerinde görev yapan Heisenberg, savaşın bitişini takip eden yıllarda bilimsel donanım ve kabiliyetleri nedeniyle dengeleri değiştirme riski taşıyan bir grup meslektaşıyla birlikte İngiltere’de tutuklu kalmıştı. Yüzyılın başında yoğun olarak Almanca konuşulan coğrafyada yaşanan olağanüstü keşifleri ve kuantum teorisinin gelişimini birebir izleyen Heisenberg, madde, uzay, zaman ve yaşam gibi yüzyıllardır doğa bilimlerinin kavramaya çalıştığı fenomenlerin yüzyılın başında nasıl köklü değişikliklere uğradığını birinci ağızdan ve ustalıkla özetler. Bohr’un tamamlayıcılık yorumundan hareketle ünlü “Belirsizlik İlkesi”ni formüle eden Heisenberg, Einstein’ın insanlığın önüne koyduğu fiziksel bir limit mesabesindeki ışık hızına benzer şekilde kognitif biliş potansiyelinin önüne soyut bir bariyer olarak belirsizlik ilkesini koymuş, bu durum bilginin imkânından nedensellik sorununa pek çok felsefi problemi yeniden gündeme getirmişti.

Heisenberg’e göre yeni bilim Newtoncu programın aksine farklı düşünme tarzlarına daha açık olduğundan Japonya’dan Rusya’ya pek çok kültür ve coğrafya tarafından kolaylıkla benimsenip yerelleştirilebilir özellikler taşıyordu. Hatta yeni paradigma Aydınlanma sürecinde bilimsel olmadığı gerekçesiyle düşünce alanının sınırları dışına itilen dini ve spiritüel kavrayışlara bile açık hale gelmişti. Ancak öncekilere nispetle kooperasyona ve çok kültürlülüğe imkân sağlıyor görünen yeni açılımın girdiği siyasi-ideolojik angajmanlar, hümanist beklentileri temelden sarsacak felaketlerin de habercisiydi. Heisenberg’in dikkat çektiği sorunlardan ilki ve belki de en önemlisi atom bombası özelinde ortaya çıkan nükleer güç yarışıydı. Salt bilimsel bilginin sonsuz güç arayışı sayesinde nasıl bir canavara dönüştüğünü yakından tecrübe eden fizikçimiz yolun sonunu daha baştan fark etmiş, nükleer silah üretimini “intihar” olarak nitelemişti (s. 190).

Önceki örneklerden farklı olarak atom bombası, geleneksel savaş koşullarını temelden değiştiren olağanüstü bir sıçramaydı. Tarih boyunca güç oyununu belirleyen konvansiyonel silah dönemini dramatik şekilde kapatmakla kalmadı, önceki koşullara dönmeyi imkânsızlaştıran yepyeni bir denklemin kapısı aralandı. Bu büyük sıçrama yoğun sosyo-politik içerimlerinin yanı sıra felsefi, dolayısıyla ahlaki tartışmaları da beraberinde getirdi. İnsanlığın ister istemez girdiği bu tünelin sonu acaba nereye çıkıyordu?

Durumun hassasiyetini daha yakından hissetmek için, hükümetçe desteklenen gizli projelerden birinde görev alan bir bilim insanı olduğunuzu düşünün. Bir yanda gerçekliğin en derin ve bakir bölgelerinde araştırma yapmanın ayrıcalığı ve maddi-manevi kazanımları, diğer yanda insanlığın ve gezegenin tahribine yol açma ve politik, ideolojik hırslara bilerek ya da bilmeyerek alet olma ihtimalinin sorumluluğu. Modern çağda politikacılar, din adamları, iş, sanat ve spor dünyası gibi farklı sosyal kategoriler arasında fiziksel gerçekliğin bilinmeyen boyut ve özelliklerini keşfetme ya da fiziksel gerçekliğin yapısına fiilen müdahale etme imkân ve imtiyazı münhasıran bilim cemaatine mahsus. Bu imtiyazın nasıl ve hangi yönde kullanılacağı, bilim insanının kendisi kadar birlikte yaşadığı topluluğun cevaplaması gereken kritik bir soru. Nefsi müdafaa yahut gelecek garantisi bahanesiyle nükleer güç sahibi olmaya karar veren bir toplum/devlet, söylem düzeyinde hangi felsefi-ahlaki geleneğe mensup olursa olsun artık nükleer güç üreten, kullanan yahut kullanmayı göze alan bir toplum/devlet mesabesindedir. Yolu nükleer güce düşenler yaşamda ve ölümde eşitlenmekte, bütün renkler grileşmektedir. Dolayısıyla nükleer bir toplumun örgütlenmesi, inanma ve düşünme biçimi, üretim-tüketim ilişkileri ister istemez değişecek, hak ve adalet anlayışı, vicdan terazisi artık nükleer güç dengesine ayarlı olarak çalışacaktır. Nükleer silahların devreye girmesiyle birlikte meşruiyet, barış ve medeniyet söylemlerinin yerini doğrudan kaba kuvvete bırakması, güçler hiyerarşisinin artık doğal kaynaklar, demografik yapı ya da coğrafi koşullar vb. klasik kriterlerden çok nükleer gücün başını çektiği yüksek teknolojiler tarafından belirlenmesi bunun en açık göstergesidir. Geleneksel güç oyununda bir biçimde kullanılagelen hak, adalet, soyluluk gibi kullanışlı maskeler nükleer gücü üretebilme ve kullanma kapasitesi sayesinde artık devre dışı kalmıştır.

Nükleer gücün belirginleştirdiği bir başka sorun, beka ve bağımsızlık gibi soyut kavramlar temelinde oluşan toplumsal değerler sisteminin pratik uygulamalar karşısında düştüğü acziyet ve çelişkidir: Devlet ölçeğinde elde edilebilecek en yüksek garantinin, beka arayışı ve bağımsızlığın yolunun artık nükleer silahlanmadan geçmesi ve bu garantinin eşzamanlı olarak ortak bir yıkımı hızlandırması çelişkisi. Eğer böyleyse ve Heisenberg’in ifadesiyle ya hürriyetin yolu intihardan geçiyorsa?

İnsanlığın henüz başlarında bulunduğu nükleer serencamın nihai ve gerçek sonuçlarının test edilmemiş olmasından doğan belirsizlik ve korku da dikkate alınması gereken bir başka boyut. Maddenin, uzayın, insanın ve bir bütün olarak evrenin mahiyet ve özelliklerini tahrip etme, niteliksel olarak değiştirme ya da manipüle etme kapasitesine sahip teknolojilerin geri dönülmez ve kalıcı sonuçlara yol açma potansiyeline karşı alınabilecek bir önlem var mıdır? Daha da trajik olanı, bireysel ve toplumsal ölçekte, ahlaki, dini ya da felsefi gerekçelerle bu yola girmeme veya geri çekilme tercihi tehlikeyi bertaraf etmeye yeter mi? Peki ya diğerleri hiç çekinmeden bu riski göze alıyorsa!

Acaba ne yapmalı? Bu meşum yarışa girip bir an önce mesafeyi kapatmaya mı çalışmalı? İnsani, dini, ahlaki, felsefi gerekçelerle yarıştan bütünüyle çekilip sonuçlarına katlanmayı göze mi almalı? Yoksa malum şark formülüne dönüp bilimini ve tekniğini almalı, ahlakını mı bırakmalı (!) 

Arka Kapak dergisi 6. sayı