Barış Saydam

Antik Yunan’da müzisyenlerin konser verdikleri basamaklı konser alanları için kullanılan odeon ismi, sinemanın ilk yıllarında Amerika’daki küçük tiyatro ve sinema gösterimlerinin yapıldığı alanlara verilir. Bir nickel (5 cent) karşılığında bu alanlarda herkes film izlediğinden, kısa süre sonra bu tür mekânlara “nickelodeon” denmeye başlar. Sinema ilk dönemlerinde her sınıftan insanın katılımına açık, ucuz ve yaygın bir kamusal alanken, yavaş yavaş kâr getiren bir ticari ürüne dönüşür. Bir nickel karşılığında filmlerin izlendiği küçük ve köhne Nickelodeonlar da zamanla demode bulunarak terk edilir. Yerlerine büyük ve kompleks sinema sarayları açılır. Büyük kentlerde bin kişi ve üzerindeki kapasitesiyle, havalandırma sistemi ve restoranıyla lüks birer işletmeye dönüşen sinema salonları böylece ciddi bir dönüşüm sürecine girer. En ucuz eğlence sayılan ve basit bir seyirlikten ibaret görülen sinema, artık sınıf farklılığına uygun yeni mekânlarıyla birlikte kamusal alanı da sınıfsal eşitsizliğe uygun bir biçimde dizayn etmeye başlar. Sarayı andıran büyük sinema salonlarının girişlerine ise çok büyük ebatlarda ve çoğunlukla filmlerin posterlerinden yapılan dekupelerle oluşturulmuş büyük reklâm panoları asılır. Bu reklâm görselleri filmin atmosferini seyirciye yansıtacak şekilde tasarlanır. Kimi zaman Tarzan kimi zaman King Kong kimi zaman ise Rudolph Valentino gibi dönemin ünlü oyuncularının oynadığı karakterler öne çıkartılır.

Bu uygulama çok geçmeden Türkiye’de de benimsenir. Sinema salonu sahipleri sinemalarda oynayan filmlere ilgi çekmek için büyük boylarda görseller hazırlamaya başlarlar. Şehzadebaşı’ndaki sinemalarda Münif Fehim, Beyoğlu tarafındaki sinemalarda da önceleri İtalyan Karlotti, sonraları da Mithat Ağakay’ın hazırladığı ve ismine “sinema feneri” denilen tasarımlar büyük ilgi çeker. Sinema fenerleri, seyirciyi sinema salonlarına çekerken, aynı zamanda bir dönemin kolektif belleğinde de önemli izler bırakır.

Sinema fenerleri, sinema salonlarının önlerinde duran büyük boy, billboard tarzı afişlerden öte, aslında hem dönemin sinemayla ilişkisi için bir metafor hem de özgün birer tasarım örneğidir. Pek çok kuşağın zihninde unutulmaz anılar bırakan sinema fenerleri peki tam olarak ne anlama geliyor ve nasıl yapılıyordu? Türkçeleştirilmiş bir tabir olan sinema fenerlerinin tam olarak neyi ifade ettiğini ve nasıl yapıldığını Erol Ağakay şu şekilde açıklıyor: “Beyoğlu’nda Alkazar Sineması vardı. Bugün hâlâ o bina duruyor. İstanbul’un eski, tarihi bir mekânıdır. Bu sinemanın önünde, fener şeklini alabilen, içi boş, üç tarafı bez afişlerle kaplı bir cephesi vardı. Geceleri bu üç tarafı kaplı alanın içerisinde lamba yanardı. Lambalar beze ışığını verir, gece de dışarıdan bakıldığında ışıklı bir kutu hâline gelirdi. Fener ismi oradan gelir. Ondan sonraki dönemde ister ışıklı ister ışıksız olsun, tüm kapı önlerine asılan afişlere sinema feneri denmeye başladı. Esasında fenerle fazla alakaları olmamakla beraber, başlangıçta feneri anımsatan bir yapıdan yola çıkıldığı için devamında da bütün cephedeki afişlere sinema feneri adı verilmiştir. (…)Malum her hafta sonunda filmler değişirdi. Dolayısıyla iki ya da üç gün önceden, haftaya hangi film oynayacağına dair sipariş verilirdi. Babama (Mithat Ağakay) önce filmin fotoğrafları gelirdi. Bunlar daha çok Amerikalı aktör ve aktrislerin fotoğraflarıydı. Onlara daha sonra birtakım vücutlar, yani dekorlar ilave edilirdi. Babam da o fotoğrafları alarak sinemanın dış cephesine göre bir mizanpaj yapardı. Yazılarını yerleştirirdi. O şekilde sinema fenerini illüstrasyon olarak hazırlardı.”*

Özellikle 1940-1965 yılları arasında sinema fenerleri sinema salonları için olmazsa olmaz tanıtım malzemeleridir. Bununla birlikte, Türk sinemasının 1940’larla birlikte yaptığı atılım afiş tasarımında da yeni sanatçıların ve yeni bakış açılarının ortaya çıkmasını sağlar. Büyük sinema fenerleri tasarımları zamanla hem zahmetli hem de maliyetli bulunarak terk edilir. Sinema fenerleri tasarlayan kişiler afiş ressamlığıyla yetinmek zorunda kalır. İlk yıllarında yurtdışındaki sanatçıların önderliğindeki çeşitli sanat akımlarının etkisi altında kalan tasarımlar, zamanla Türk sinemasındaki öne çıkan figürlerin önderliğinde kendi dilini yaratır.

1970’lerde üretilen film sayısının üç yüzlere ulaşması, afiş tasarımcılığının çizimden baskıya dönüşmesinde önemli bir etken olur. Afiş ressamları gelen talepleri karşılamakta yetersiz kalırlar. Erol Ağakay’ın sahibi olduğu Mimeray Ofset, bir yandan çeşitli afiş ressamlarıyla çalışarak çizim afişleri diğer yandan da Ağakay’ın çektiği fotoğrafları süperpoze ederek oluşturduğu afişleri basar. Ancak zamanla iş çizimden baskıya dönüşür. 1990’lardan sonra ise dijital tasarımlarla birlikte afiş tasarımı da yeni bir yola girer. Geçmişte ilkel tekniklerle ama el emeğiyle hazırlanan tasarımlar, artık bilgisayar başında milyonlarca alternatif gözden geçirilerek hazırlanıyor. Kara kalem ve yağlı boya eskizler, süperpozeler yerini bilgisayar programlarından alınan çıktılara bırakmış durumda.

Elbette her çağın teknolojisi ve sanatçısının kendine özgü bir bakışı, üretim şekli ve sanat algısı var. Ancak Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden 1970’lerin ortalarına kadarki süreçte sinemanın serüveniyle paralel bir şekilde ilerleyen sinema afişlerinin artık geleneksel diyebileceğimiz şekilde yeniden tasarlanması ve sinema fenerlerinin yapılması, nostaljinin ötesinde, aynı zamanda günümüz insanları için bir sanat mirasıdır. 

*Barış Saydam, “Erol Ağakay’la Söyleşi”, Hayal Perdesi, Sayı 47, Temmuz-Ağustos 2015, s. 31.

Arka Kapak dergisi 36. sayı