Esra Kartal Soysal

İki çağdaş kadın yazar varlıklarıyla ve üretimleriyle, bilimlerde, özellikle doğa bilimlerinde kadın bilimci etkinliğinin hala oldukça az olduğu yaygın kanaatinin hilafına boy gösteriyorlar. Eva Jablonka özellikle epigenetik kalıtım üzerine çalışmalar yapan bir genetikçi. Telaviv Üniversitesi’nde görevli. Daha kıdemli Marion J. Lamb ise Londra Üniversitesi’nde dersler vermiş ve daha ziyade genetik yapı üzerine çevresel etkileri araştıran bir evrim biyoloğu.

Yazarların birlikte verdikleri ilk ürün değil Evrimin Dört Boyutu. Öncesinde Epigenetik Kalıtım ve Evrim adlı bir kitapları ve yine birlikte yazdıkları onlarca makale var. Bilimcilerin birlikte üretimi yeni ve şaşılacak şey değil elbette. Fakat iki farklı zamanı, mekanı, kültürü paylaşan yazarların üretim ritimleri ayrıca takdire şayan!

Peki Evrimin Dört Boyutu ne söylüyor? Şüphesiz Darwin’in ortaya koyduğu haliyle evrim kuramı nihai, kesin, eksiksiz değildi. 20. yüzyılda Darwincilik ile genetik çalışmaların birleşmesinden hasıl olan “yeni-Darwincilik” hakimdi. Gelinen noktada beliren epigenetik düzeyden akan deneysel veri ise evrimci biyolojik gelişmenin önemli eksiklerini tamamlamaya namzet, var olanı derecelendirmeye ve zenginleştirmeye talip; dolayısıyla farklı biyolojik ve felsefi yorumlara gebe. Öyle ki ufukta yeni-Darwinciliğin başka bir dönüşüm geçirmek üzere olduğu yönünde güçlü işaretler belirmiş durumda. Kitap ise şimdiye kadar alınan yolu hiçe saymadan eldeki kavramları, birbirleriyle ilişkileri, etkileşimleri içinde bütüncül bakışları ile düzenleyerek önemli bir sentez teklif ediyor.

Genetikle ivme kazanan 20. yüzyıl biyolojisi “gen” temeli üzerinde yükselmişti. Bunun ne mahsuru olabilirdi? Temel varsayım biyolojik ilişkililiğin tek yönlü olduğunu beyan ediyordu. Buna göre tek bir gen tek bir özelliği belirliyordu. Yöntem olarak seçilen indirgemecilik elbette başlangıç için elzemdi. Lakin gerçeğin tamamını verir miydi? Her üst yapı kendisini oluşturan alt bileşenler ile eksiksiz olarak açıklanabilir miydi?

Genden proteine doğru ilerleyen tek yönlü akışı vazeden temel varsayım şişede durduğu gibi durmadı. İnsanın fiziksel, davranışsal, psikolojik tüm özelliklerini tek başına, üstelik doğrudan genlerin belirlediğini iddia eden “genetik belirlenimcilik”, hızla serpilmiş ve tüm biyolojik disiplinler içine dal budak salmıştı. Genlerimize indirgenmiştik ve onlara mahkumduk! Bu durumda göz göre göre varlığımızın önemli bileşeni çevrenin etkisi sıfırlanıyordu.

İnsan Genomu Projesi sonrası genetik kodun çözülmesiyle her bir genin tek bir görev ile meşgul olmadığı, aksine genlerin farklı görevler icra ettiği anlaşıldı. Birebir etkileşimin kurgulandığı indirgeme, bilimsel yöntemin ilk adımı olması bakımından önemini yitirmese de artık orada kurulan karargahın sorun teşkil ettiği teslim edildi. İnsan hiç de sadece genleri tarafından kontrol edilen bir makine değildi. Temel varsayıma itirazlar kabilinden çatlak sesler 20. yüzyılın ortasından itibaren işitilmeye başlandı. Yolu gen-çevre etkileşimlerini açıklamaya çalıştığı “epigenetik arazi modeli”yle Conrad Waddington açtı. “Epi” ön eki ötesi, üstü, üzeri, ilerisi anlamına gelir. Yani evet genetik bir yapımız vardır, fakat onu aşan bazı özelliklerimiz de vardır. Yazarlara göre de evrime ve kalıtıma dair görüşler devrimsel bir değişim içindedir. Biyolojik unsurlar sadece kendilerinden daha alt düzeydeki bileşenlerine indirgenmekle bırakılamazlar; iç içe geçmiş ağ yapısı ile katmanlandırılmış bir yaklaşım ile yeniden sentezlenmelidirler.

Kitabın temel iddiaları nettir. Kalıtımda genlerden başka etkenler de vardır. Evrimin, gelişimin ve kalıtımın tek birimi zannedildiği gibi “gen” değildir! Sanıldığı gibi tüm kalıtsal varyasyonlar rastlantısal değildir, bazıları güdümlüdür (gelişimsel). Oluşma sebepleri organizmanın ihtiyaçlarıdır, öyle ki lüzum hissedildiğinde ortaya çıkarlar. Lamarckçı süreçlere atıfla, edinilmiş özelliklerin bir kısmı da kalıtımla aktarılır.

Hücrelerin kendilerine has özellikleri DNA’nın işe karışmadığı yollarla yavru hücrelere aktarabildiğini gösteren deneyler “epigenetik” sisteme sahip olduğumuzu söyler. Birçok hayvanın davranışlarıyla diğerlerine taklitçi veya toplumsal öğrenme yoluyla bilgi aktarımı “davranışsal” sistem sadedindedir. İnsanda ise “simgesel” sisteminin nişanesi olarak lisan ve diğer simgesel iletişim yolları devrededir. Bilgi nesilden nesile etkileşim içindeki genetik-ötesi seviyedeki bu sistemler tarafından aktarılır. Aslan payı hala “genetik”te olsa da bu temele artık yabana atılamaz, yok sayılamaz “epigenetik”, “davranışsal”, “simgesel” yeni-üst boyutlar eklenmektedir. Bu yüzden artık evrim, gelişim ve kalıtım hakkında sadece genetik sisteme ait terminolojiyle değerlendirme yapmak bizatihi eksikliktir.

Evrimin Dört Boyutu evrimin gen temelli, tek boyutlu yorumu karşısında hem bir sentez, hem de bir meydan okuma olmanın altından başarıyla kalkıyor. An itibarıyla evrimin ve kalıtımın bilinen en az dört boyutu var ve genetik boyut dışındaki diğer üçü artık göz ardı edilemez durumda. Dolayısıyla dört boyutlu bir perspektiften bakılarak daha eksiksiz bir evrim anlayışına ulaşmak ve çok daha zengin bir evrim kuramı inşa etmek mümkün görünüyor. Kitap ayrıca birbirinden şaşırtıcı, ilgi çekici örnekleri, Barbara McClintock’un baskı koşullarında harekete geçen “sıçrayan genler”ini, genleri açıp kapatan kromatin işaretleme sistemlerinden biri olan metillenme mekanizmalarını, RNA müdahalesiyle genlerin susturulmasını, devre dışı bırakılan (knock-out) genleri, Lorenz’in keşfettiği anne-babayla damgalanmayı (imprinting), amniyotik sıvı, plasenta ve süt yoluyla anneden yavruya geçen bilgileri bilimsel kuruluktan uzak, canlı hikayeler içinde okura sunuyor.

Kitabın en öğretici ve keyifli taraflarından biri de her bölümün sonuna yerleştirilen, yazarların kafa kafaya verip herkesten önce kendi kendilerini sorguladıkları söyleşiler. Bölüm içinde geçmesi muhtemel ihtilaflı meseleler, belirsizlikler masaya yatırılarak taraflar arasında sakınımsız bir dille tartışılıyor. Taraflar mı? Şeytanın avukatlığına soyunan I.M. (Ifça Mistabra, Aramicede “karşıt görüş”!) ve yazarları temsilen M.E. (Marion ve Eva). Bu aslında biraz da “kendi yaptığımız yemeğin ilk lezzet testini de biz yapalım” demek. Söyleşilerin genel havası yüzleşmeye açık, tavizsiz görünse de kendilerine karşı çok acımasız oldukları da söylenemez; hatta gizli açık bir koruma kalkanı imal ettikleri gözden kaçmıyor. Bununla birlikte sergilenen diyalektik yaklaşım sayesinde sınırları yoklamanın hakkını verdikleri ise aşikar.

Metin boyunca tekrarlanan “henüz bilmiyoruz”, “o kadar karmaşık ki”, “hala yeterince veriye sahip değiliz” gibi mütevazı ifadeler ise yolun çok başında olunduğunu ihsas ettiriyor. Yazarların sahadaki eksiklerin ve önlerindeki uzun yolun bu denli farkında olmaları da sıkı kritiklerin soluğunu kesiyor. Evet, biyolojide nevzuhur ‘bütünleştirici anlam arayışları’ hala büyük ölçüde ayakları yere basmayan, heveskar gayretler gibi görülüyor. Bu endişede haklılık payı varsa da dinamik ilişkilerin kurulduğu bilgisayar modellerini matematiksel temeller üzerinden kuran ve sonuçları çoklu nedensellik ile açıklamaya çalışan deneysel veriler de artmaya devam ediyor. Bu gelişmeler aynı zamanda “gen” kavramını değişmez, sabit bir öz olarak gören özsel (essential) biyoloji anlayışından dinamik ve değişken işlevsel (functional) çoklu ağ yapısı anlayışına geçişe de köprü oluyor.

Çoklu evrim ve kalıtım çalışmaları alternatif bir biyoloji mi öneriyor? Olanın üstünde yükselmekle birlikte biyolojiyi yeniden şekillendirecek kuvvette çoklu evrim, gelişim ve kalıtım modellerinin önümüzdeki yıllarda başlıklara taşınacağını öngörmek zor değil. Biyoloji aynı biyoloji ama Evrimin Dört Boyutu gibi çalışmalar yaşamı, genlerin varlığına indirgeyen görüşün ötesinde, genlerin birbirleriyle ve çevreyle iletişim, etkileşim ve iç içe geçmişliğini dinamik ve çoklu ağ yapıları üzerinden açıklamaya çalışarak katmanlı modellerin ortaya çıkışına hatırı sayılır bir katkı sunuyor.

Evrimin Dört Boyutu
Eva Jablonka, Marion J. Lamb
Çev: Mehmet Doğan
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 1.sayısında yayınlanmıştır.