Merve Akbaş

Midilli Adası’nın ıssız tepelerinde, kendi haline bırakılmış, tavanı çökük, duvarları yıkık bir cami. Cami avlusunda bir zeytin ağacı. O ağaca yaslanmış yaşlı bir adam. Halis zeytinyağından sabunlar, taş kırma yeşil zeytinler, bal kovanından yeni alınmış biraz bal ve sisli bir akşamüzeri denizin karşı yakasından gülümseyen Ayvalık. Güzide Ertürk’ün yeni öykü kitabı Kaplumbağa Gölgesi’nden bahsediyoruz. Ama hikâyemizin kahramanları sadece bunlar değil. Biraz Halep, biraz İstanbul, çokça Portland da var satırların içinde. Ertük, kıyıya vuran mülteci botlarından, Ümran’dan, ölü bedenlerden, ucuz hayatlardan da haber getiriyor bize. Sonra da hunharca soruyor okura: “Annen öldü, hangi dilde söylenir?”


Kaplumbağa Gölgesi
Güzide Ertürk
Şule Yayınları

Ertük, Türk edebiyatının genç öykücülerinden. Bir yazarın “genç” öykücü olmaktan “öykücü” olmaya giden yolu kaç kitaptan geçiyor, bilemiyorum. Bunun bir sayıyla belirlenebileceğini söylemek de mümkün değil tabii. Yine de belirtelim, elimizde tuttuğumuz kitap Ertürk’ün dördüncü kitabı. Bunlardan üçünde okura öykülerini sunmuş. Belki de artık duymaktan sıkılmış olabileceği bir ayrıntı da var kendi hikâyesinde: Genç öykücümüz yazarlık atölyelerinin edebiyata kazandırdığı isimlerden.

Ertürk uzun soluklu öyküsü Kaplumbağa Gölgesi’nde bize yaşlı ve huysuz hemşire Melina ile anlatıcı arasındaki mektupları sunuyor. Karakterlerimizin hepsi evini kaybetmiş, kendine yeni bir yuva bulmaya çalışan veya bir eve sahip olmaktan çoktan vazgeçmiş kişiler. Bir kaplumbağa gibi, evleriyle birlikte yaşıyorlar. Bu ev bazen bir tekerlekli sandalye, bazen de bir lağım oluyor. Birbirlerine yazdıkları mektuplar da bir sığınak oluşturuyor. Gözlerini kapattıklarında gördükleri hayalî ev de bunun parçası. Evsiz kalanlar, kovulanlar, evsizliği tercih edenler yazarın gurbette oluşunun bir yansıması olabilir pekâlâ.

Kitabın en keyifli taraflarından biri, anlatıcı ve Melina’nın arasındaki söz düelloları. İlk bölümlerinde bireysel özellikleriyle ön plana çıkan bu iki karakter bir süre sonra iki yakın arkadaşa, dert ortağına dönüşüyor. Biri Portland’da, sığınak çadırında memleketini özleyen bir Türk, diğeri ise huysuz, yaşlı hemşire. Birbirinden çok farklı bu iki insanı ayrı ayrı konuşturuyor yazar. Bize fiziksel özellikleri anlatılmıyor. Ama kelimelere öyle yansıyor ki karakter yapıları, gözümüzün önünde yüzleri de beliriyor.

Hikâyeye dönecek olursak, her şeyden kaçmak uzaklaşmak isteyen hemşiremiz önce bir sığınağın küçük çadırından, sonra da Midilli’de gönüllü sağlık çalışanlarının içinden selam ediyor bize. Anlatıcıyla mektuplaşmaları böyle başlıyor. Birbirlerine, kendi hikâyelerini anlatıyorlar. Tam 11 bölüm boyunca anlatıcının içinde bulunduğu girdaptan çıkıp çıkamayacağını düşünüyoruz. Melina’ya ne olduğunu, Ümran’ın Ümran bebekle bir bağı olup olmadığını ve tabii Arılar Kraliçesi Vasilisa’yı… Hikâyenin içinde gizemli, hayalî ögeler bulmak da mümkün. Bu belki de yazarın alametifarikası.

Önce Portland, sonra Midilli, biraz Halep Çarşısı… Sayfalar ilerledikçe biz bu seyahatlere şaşırmamaya başlıyoruz. Sonunun nereye varacağını bir türlü kestiremediğiniz hikâyeler kimi zaman şaşırtıyor, kimi zaman da bir acının içine sürüklüyor. Ertürk verdiği eski bir röportajda tam böyle bir cümle kuruyor: “İnsan, yazdıkça nereye varacağını seziyor ve yolun sonuna gelmeden hiçbir şeyi tam mânâsıyla bilmiyor.” Bu cümle, yazarın karakterlerini okuma serüveni için de kurulabilir pekâlâ. İlk sayfalarda tanıştığımız karakterler yavaşça başka kimselere, hiç tanımadığımız ruhlara dönüşüyorlar. Biz tanımıyoruz ancak onlar birbirlerini hayli iyi tanıyor. Biraz da birbirlerine dönüşüyorlar. Aslında tam da bu kısmı okur için can sıkıcı. Üzerinde daha farklı biçimde çalışılsa roman tadı verecek uzun bir öykü bu. Her karakteri akılda kalıcı. Keyifli bir üslup da demeyelim buna. Çünkü hem keyifli hem de incelikli bir üslup satırlardaki. Şansımız bu. 

Arka Kapak dergisi 22. sayı