Ayşe Yılmaz

Günlerden 19 Ekim 1907.

Ve olay Selânik’teki Olimpiya adlı bir kahvehanede geçiyor.

Uzun uğraşılar sonunda kahvehaneye bir sinematograf getirtilir. Bu sayede bütün halk, hatta belki de çoluk-çocuk, merakla gelip kendilerine seyrettirilecek kordelaların büyüsüne kapılarak kimbilir ne fanteziler kuracaklardır. Ne yazık ki beklenen gerçekleşemez. Çünkü izletilecek filmler, anarşistliğe dair cinayet olaylarından ibarettir. Asıl sorunsa polis idaresinin tüm bunlara, bile isteye göz yumması. Bu yüzden işin hakikatinin öğrenilmesi ve böyle zararlı gösterimlerin yapılmamasının gereği vurgulanmakta. Tam yüz on yıl öncesi. Acil evraklar arasında.

Halka cinai filmlerin seyrettirilmesinin zararları… Anarşistliğe teşvik de var tabii.

Şimdiden bakıldığında ne kadar da entipüften bir olay değil mi? Hatta bugün zararlı görülmekten çok, bir türün içinde kabul edilip değerlendirilen bir duruma dönüşmedi mi bu tarz filmler? Ticari tutumlar dışarıda bırakılırsa Türkiye sözkonusu olduğunda, başlarda daha çok çocuklar veya sadece eğlencelik düşüncesinden hareket eden ve bir türlü bu topraklarda tutunamayan bir türün içinde hem de… Bir tür olarak Yılmaz Atadeniz, Metin Erksan, Lütfi Akad ve Ertem Göreç gibi  parmakla sayılacak denli az sayıda yönetmenin ilgilendiği ve ürün vermeye gayret ettiği bir alanın… Fantastik sinemanın…

Bir Garip Fantastik’cileyin

Fantastik sinemanın Türkiye’deki seyri her zamanki Türk tavrına yakın bir duruş sergiliyor. İyi başlayıp kötü biten işlerine bir yenisinin daha eklendiğini söylemek için biraz daha beklemek mi gerekir yoksa? Görünmeyen Adam İstanbul’da, 3 Dev Adam, Badi, Drakula İstanbul’da, Kilink yapımları, sonraki dönem Alaaddin’in Sihirli Lambası ve Keloğlan gibi masallı film furyaları, süper kahramanlar serisi, çizgi roman ve Adsız Cengâver, Turist Ömer Uzay Yolunda, Dünyayı Kurtaran Adam, Şeytan gibi neredeyse bütün kareleri taklite boğulan uyarlamalar da bu gerçeği değiştirmiyor. Bütün bu filmlere ilâve edilen millî unsurlar da, hem Doğulu, hem de Batılı adlandırmalarının ikisini birden dışlayan bir mizah ve güldürünün kapılarını araladığıyla kalıyor. Zira bu yapımların amacı ne bir bilim kurgu ortaya koymak ne de bir tür olarak fantastik sinemaya katkı sağlamak. Geriye kalansa sadece bir absürd komedinin ötesine geçmeyi bile düşlemeden, eklenen Türkî unsurların içinde hapsolan bir gayret. Sonuç ne olursa olsun, bir sis bulutu sahnesi için ekipten otuz-kırk kişinin ağzına saymadan sıkıştırılan sigaralardan, çekim boyunca yere yatarak duman üflemeleri istenmesi gibi, dönemin buna benzer birçok imkânsızlıkları içinde yine de takdire şayan bir çaba. Hem de kısıtlı bütçelerle çekilmeye çalışılan filmlerin, gösterilecek salon bulamaması ve hiç tanınmaması pahasına…

Bu hâlin nedenleri Scognamillo’nun Fantastik Türk Sineması kitabında ifade ettiği birkaç cümlede aranabilir belki. Ona göre bu tür, kaynağını Batı’dan almış, henüz Türk sinemasında kendi yerini bulamamış ve Türk izleyicisi de metafiziğe pek eğilimli değilmiş. Haksız da sayılmaz. Özellikle de Türkler’in metafiziğe eğilimsizliği ve seyircinin fantastik sinemaya ilgisizliği hususunda… Ama yine de kaynağını Batı’dan alıp almadığı üzerinde durup düşünmekte fayda var. Bunca masalı, destanı ve sözlü geleneği yedeğine alan bir tarihin evlatları nasıl olur da bir düşün, bir hayalin ve bir fantazyanın ürününü, fantastiği Batı’dan ithal eder? İthal edilen düş mü, yoksa kurmaca mı? Filmlerin ürettiği fantazyanın ortaya çıkardığı düşsel rahatlamayla kendi özel fantezi alanının örtüşmemesi ve bu sebeple de yeniden üretilememesi mi asıl sebep? Yoksa Türk insanının gerçekle kurduğu ilişkide mi aranmalı tüm bu açmazların sebepleri?

Düş, Gerçeğin Pençesinde

İlk zamanlar bu alanda ortaya konmaya çalışılan yapımlar, sonraları yerini daha çok komedi ve kadınların cinselliklerinin istismarına yol açan tercihlere bırakıyor. Yine cinayet, şeytan, cin, korkunç yaratıklar, felâket vs. filmleri yapılmaya devam edilmekle birlikte, günümüzde ne yazık ki daha çok din merkezli başarısız korku filmleri Türk fantastik sineması deyince ilk akla gelen örnekler.

Muhsin Ertuğrul ve tiyatro döneminin sona ermesinden sonra, hemen hemen 50’lerde başlayan bu türün, sinemanın geldiği nokta açısından teknolojik donanımın neredeyse düşlenen her şeyi, en uç noktalardaki hayalleri bile görüntü hâline getirebildiği bir çağda, Türkiye’de hâlâ esamesinin okunmadığını söylemek yanlış olmaz. Demek ki imkânsızlıklardan kurtularak çağdaş teknolojiyi elde etmenin de ötesinde, üstesinden gelinmesi gereken farklı bir eksiklik sözkonusu.

Türkiye’de bugün her ne kadar korku türünde eserler verilmeye devam edilse de, fantastik sinema gerçeğin, başka bir deyişle oyunun dışına itilmiş durumda. Henüz kendi içinde birçok cevapsız soruyla baş başa bulunan Türk sinemasının bir alt türü olarak düşünüldüğünde, birbirlerinden ayrı ele alınamayacağından fantastik Türk sineması, hem aynı sorunlarla ve metafiziğin, fantastiğin ortaya çıkışındaki payı ile kurmaca ve düşün birbirinden ayrılmazlığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda hem de bir düş sinemasına kavuşmak için gerçekle irtibatındaki sahihliğe ulaşmak… Ismarlama veya pazarlama hayallerle değil, kendi gerçeğinden hareket eden sahici bir yaratımla ancak yeniden dirilebilir. Gerçeğin varlığı ve algılanışı bizatihi fantastiği var kılmakta çünkü.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 22.sayısında yayınlanmıştır.