İhsan Fazlıoğlu

Proklos’un Timaeus Şerhi’ndeki ifadesiyle Platon’un en eski yorumcusu Krantor’a göre Platon, Devlet (Cumhuriyet) adlı eserini yayımladığında çağdaşları tarafından, bir rivayete göre sekiz yıl köle olarak topraklarında bulunduğu Mısır devlet yapısını tasvir edip bunu kendi icadı, yeni bir nazariye olarak sunmakla itham edildi ve alay konusu kılındı. Kadim Grek kültürünün Afrika kaynakları üzerine Martin Bernal’in Black Athena –The Afroasiatic Roots of Classical Civilization– adlı eserinde yaptığı incelemeler ve tartışmalar bir yana, tarih boyunca filozoflar, bilginler, yazarlar, şairler, kısaca bilgi ile bir biçimde uğraşan kesimler dile getirdikleri düşüncelerin kökenleri, kaynakları konusunda sık sık bir sorgulamaya tabi tutuldular. Söz konusu sorgulamalar yalnızca ilmî ve akademik ortamlarda ve belirli bir hukuk çerçevesinde cereyan etmedi, bugün de olduğu gibi yeri geldiğinde bir itibarsızlaştırma ve gerektiğinde politik bir araç olarak da kullanıldı.

Osmanlı-Türk kültüründe daha çok şiir çerçevesinde gündeme gelen, başkasına ait bir eseri, bir düşünceyi, bir tespiti, vb… kendine ait kılmak, kendininmiş gibi göstermek anlamındaki intihâl (plagiarism) farklı dönemlerde ve değişik kültürlerde muhtelif biçimlerde anlaşılmış, tanımlanmıştır. Yine de en temelde konu, kültürlerde bilginin üretilmesi, öğretilmesi, paylaşımı, dolaşımı ve kullanımı ile ilgili tasavvurlarla ilişkilidir. Bu çerçevede, kadim kültürde, özellikle İslam medeniyetinde, kamusal olan, paylaşılabilirliği yüksek, başka bir deyişle yaygın olarak kullanılan bilgiye atıf yapılmazdı. Örnek olarak, cebrin kurucu ismi Harizmî’nin Kitâb el-muhtasar fi cebr ve el-mukâbele adlı eserinde verilen bilgiler kendinden sonra hemen hemen aynısıyla tekrar edilmiş; örnekler bile hiç değiştirilmeksizin verilmiştir. O kadar ki, söz konusu durum Harizmî’nin ölümünden altı yüz yıl sonra kaleme alınan Ali Kuşçu’nun el-Muhammediyye fi ilm el-hisâb’ındaki cebir bölümü için bile geçerlidir. Öte yandan ileri gelen bir bilginin öğrencileri de hocalarının düşüncelerini atıf yapmaksızın kullanırlar, kendi yorumlarını katarak geliştirirlerdi. İlginçtir ki, kadim kültürlerde, genel olarak bir düşüncenin hakikî mülkiyeti onu ilk ortaya atan, ilk formüle eden kişi değil, tersine geliştiren, son halini veren kişiye aittir. Mesela Fârâbî’nin çekirdek halinde ortaya koyduğu, ancak İbn Sînâ’nın son halini verdiği; ya da Cuveynî’nin ilk olarak ileri sürdüğü ancak Gazâlî’nin son şeklini verdiği kavramlar ve yargılar, tarihsel süreçte nihâi halleriyle İbn Sina ve Gazâlî’ye mal edilmiştir. Bunun nedeni büyük bir olasılıkla düşüncelerin işlevsellik kazanması ile ilgilidir; işlevsellik, sorun çözmek demektir; bu da söz konusu düşüncenin ilim kamuoyundaki kullanımını ve tanınırlığını sağlar…

Kadim geleneklerde, büyük oranda düşünce, o düşünceyi savunan okullara nispet edilerek kimlik kazanırdı. Bu okul bir din, bir mezhep, bir meslek, bir meşreb vb. olabilirdi. Atıf olumluysa o düşüncenin mülkiyetini vurgulamak; olumsuz ise, yani eleştirmek, reddetmek, vb. içinse mesuliyeti yüklemek adına düşüncenin mensubiyetini belirlemek içindi. Bu uygulamanın en güzel örneklerini, savunulan düşünceleri tahkim etmek için o düşünceye karşı ileri sürülen iddiaları ayrıntılı bir biçimde zikreden şerhler ve haşiyelerde görmek mümkündür. O kadar ki, kâle fiilinin hem tek başına hem de şart edatlarıyla verilen farkı kullanımları, hem değişik düşüncelere atıf anlamına geliyordu hem de düşüncelerin konuyla ilgili, güçlü ya da zayıf olup olmadıklarını imleyen itibarlarını belirliyordu. Elbette istisnâî ya da nâdir ve mevcut ilim kamuoyunda oldukça ilginç bulunan bilgiler mucitleriyle birlikte anılıyordu. Bu anılmanın ayrıca önemli bir stratejik nedeni vardı; o da ilginçliğin yarattığı sorumluluktan kurtulmak, başka bir deyişle, muhtemel sonuçları bizâtihi düşüncenin sahibine yönlendirmek. Şimdiye değin konuyla ilgili yapılan değerlendirmeler tarihsel koşullar göz önünde bulundurularak, yukarıda dile getirilen, kültürlerde bilginin üretilmesi, öğretilmesi, paylaşımı, dolaşımı ve kullanımı ile ilgili tasavvurları dikkate alarak yeni araştırma ve çalışmalarla çoğaltılabilir elbette. Yine de, vurgulamak adına konuyla ilgili pek çok farklı örnek vermek mümkünse de, kısaca dendikte, kadim kültürlerde intihâl konusundaki en merkezî stratejik kavram kasıttır, yani eyleme bizatihi bir bilincin eşlik etmesi. Özellikle doğrudan bilgi ya da bilgiye ilişkin herhangi bir amacı gözetmeksizin, makam, çıkar, manevî üstünlük elde etme gibi bilgiden farklı ya da bilgiye yabancı bir hedefi gerçekleştirmek için bilgiyi atlama taşı olarak görmek, kısaca kullanmak… İş bu ifade, kadim dönemde intihâlın doğasını belirlemedeki en önemli ölçüttür.

Yukarıda dile getirilen düşünceler dikkate alınmak kaydıyla konuyla ilgili, şimdiye değin karşılaştığım en ilginç çalışmanın Kutbuddin Şirâzî’nin Fea’ltu fe-lâ-telum (Tebriz 1305) adlı eseri olduğunu söyleyebilirim. Yaptım! Kınama! diye çevrilebilecek eserin adının ilk sözcüğü Fea‘lte biçiminde okunursa Yaptın! Kınama! olarak da tercüme edilebilir. Yine de eserin adını, içeriğini ve üslubunu göz önünde bulundurarak Yaptın! Kıvırtma! şeklinde Türkçeleştirmeyi uygun gördüm. İslam medeniyetine ilişkin çalışmalarımda şimdiye değin karşılaştığım ve bir benzerini daha göremediğim bu ilginç eserin niçin yazıldığını ve içeriğini incelemeden önce tarihi bağlamını kısaca ele almak istiyorum: Kutbuddin Şirâzî, Merağa’da, okulun kurucu ismi Nasiruddin Tûsî’den matematik bilimler, bahusus astronomi eğitimi aldıktan ve bilfiil rasat çalışmalarına katıldıktan sonra bu ilimlerde kendini geliştirdi; Sivas Gök Medrese’de hocalık yaparken, hocası Tûsî’nin gezegenler nazariyesini ele aldığı el-Tezkire fi ilm el-hey’e adlı eserini, Muhammed Bedahşânî adlı bir kişinin “Nasıl oluyor da gözlemlerden gelen verileri matematik-kinematik modellere dönüştürebiliyorsunuz?” sorusuna yanıt olmak üzere Nihâyet el-idrâk fî dirâyet el-eflâk (1281) adıyla şerh etti; akabinde ilm-i hey’et sahasındaki tecrübelerini de dikkate alarak kendine has gezegenler nazariyesini geliştirdiği, nispeten teknik bir eser olan el-Tuhfet el-şâhiyye fî ilm el-hey’e (1285) adlı eserini kaleme aldı; daha sonra da bu iki eser ile diğer çalışmalarından hareketle Yavlak Arslan’a sunduğu Farsça İhtiyârât-i muzafferî adlı çalışmayı hazırladı. Gazan Han tarafından Tebriz’e davet edilip rasathane, kütüphane ve medreselerden mürekkep, ilmî birikimini uygulayabileceği ortamı sağlayan Şenb-i Gazan matematik-astronomi okulunun başına geçti (1296).

Bir süre sonra, 1300’lerin başında Tebriz’e gelen astronom Muhammed Himâdî (Himâzî), Tezkire’yi Beyân mekâsid el-Tezkire adıyla yeniden şerh etti; şerhinde Şirâzî’nin Tuhfe’sini kullandı; ancak çalışmasında hem daha önceki bilginlerin hem de Şirâzî’nin bazı fikirlerini kendine mal etti; ayrıca kendince yanlış bulduğu yerlerde fırsatı ganimet bilip Şirâzî’yi alabildiğince eleştirdi. Şirâzî ise, Şenb-i Gazan’da bulunan diğer ileri gelen meslektaşları, Şemsuddin Ubeydî ve filozof-matematikçi Cemâl Turkistânî gibi isimleri de şahit göstererek Fealte fe-lâ telum adlı, hocası Tûsî’nin oğlu Asîluddin’e sunduğu çalışmasında Himâdî’nin eserini neredeyse cümle cümle ele alıp inceledi, kaynaklarını gösterdi, fikirlerin sahiplerine işaret etti, yanlışlarını düzeltti. Ayrıca fırsatı değerlendirip dönemin tartışmalı ilm-i heyet konularını sıkı bir biçimde yeniden ifade etti. Şirâzî eserinde, alavere-dalavere işlerinde benzersiz gördüğü Himâdî’ye oldukça sert nitelemelerde bulunur: Konuları anlamadığını, aklının kesmediğini, hamakat içre olduğunu, ele aldığı konuların mefhumlarını anlamaksızın lafızlarla oyalandığını, kısaca cahil olduğunu ve eserinin ilm-i hey’et adına bir skandal (fazîha) olduğunu söyler. Şirâzî’nin ifadelerinden, Himâdî dediği kişinin kendiyle de bizzat karşılaştığı ve görüştüğü anlaşılıyor. Yürüttüğümüz çalışmalarda şimdiye değin, Şirâzî’nin verdiği adın takma bir ad olup olmadığını tespit edemedik; ayrıca zikredilen isim doğruysa Himâdî’nin kim olduğu konusunda da bir bilgimiz yok. Bazı karineler ismin takma olduğunu, Himâdî’nin muhtemelen, Bizanslı kardinal Grogery Chioniades’e, meslektaşlarının tüm muhalefetine rağmen matematik bilimleri ve özellikle o dönemde yabancılara öğretilmesi sakıncalı olan astronomi eğitimi veren Şemsuddin Buhârî olabileceğine işaret ediyor. Bu tespit sorunu çözmüyor çünkü Buhârî hakkında da ciddi bir bilgi mevcut değil. Öte yandan bazı karinelerden hareketle Buhârî ile Zic el-muhakkak el-sultânî alâ usûl el-rasad el-İlhânî’yi yazan Tûsî’nin ve Şirâzî’nin eleştirmenlerinden Şemsuddin Vebeknevî arasında da bir ilişki kurulabilmek mümkün. Yine de tüm bunlar saf varsayım; ancak dikkat çekici olan bizatihi bu tür bir eserin varlığı, ve elbette bu tür bir eserin varlığını mümkün kılan, nasıl ve niçin sorularına verilecek yanıtların yaşam sürdüğü tarihî bağlam ki konuyla ilgilenecek dert sahibi araştırmacıları bekliyor… Bir süre sonra, 1300’lerin başında Tebriz’e gelen astronom Muhammed Himâdî (Himâzî), Tezkire’yi Beyân mekâsid el-Tezkire adıyla yeniden şerh etti; şerhinde Şirâzî’nin Tuhfe’sini kullandı; ancak çalışmasında hem daha önceki bilginlerin hem de Şirâzî’nin bazı fikirlerini kendine mal etti; ayrıca kendince yanlış bulduğu yerlerde fırsatı ganimet bilip Şirâzî’yi alabildiğince eleştirdi. Şirâzî ise, Şenb-i Gazan’da bulunan diğer ileri gelen meslektaşları, Şemsuddin Ubeydî ve filozof-matematikçi Cemâl Turkistânî gibi isimleri de şahit göstererek Fealte fe-lâ telum adlı, hocası Tûsî’nin oğlu Asîluddin’e sunduğu çalışmasında Himâdî’nin eserini neredeyse cümle cümle ele alıp inceledi, kaynaklarını gösterdi, fikirlerin sahiplerine işaret etti, yanlışlarını düzeltti. Ayrıca fırsatı değerlendirip dönemin tartışmalı ilm-i heyet konularını sıkı bir biçimde yeniden ifade etti. Şirâzî eserinde, alavere-dalavere işlerinde benzersiz gördüğü Himâdî’ye oldukça sert nitelemelerde bulunur: Konuları anlamadığını, aklının kesmediğini, hamakat içre olduğunu, ele aldığı konuların mefhumlarını anlamaksızın lafızlarla oyalandığını, kısaca cahil olduğunu ve eserinin ilm-i hey’et adına bir skandal (fazîha) olduğunu söyler. Şirâzî’nin ifadelerinden, Himâdî dediği kişinin kendiyle de bizzat karşılaştığı ve görüştüğü anlaşılıyor. Yürüttüğümüz çalışmalarda şimdiye değin, Şirâzî’nin verdiği adın takma bir ad olup olmadığını tespit edemedik; ayrıca zikredilen isim doğruysa Himâdî’nin kim olduğu konusunda da bir bilgimiz yok. Bazı karineler ismin takma olduğunu, Himâdî’nin muhtemelen, Bizanslı kardinal Grogery Chioniades’e, meslektaşlarının tüm muhalefetine rağmen matematik bilimleri ve özellikle o dönemde yabancılara öğretilmesi sakıncalı olan astronomi eğitimi veren Şemsuddin Buhârî olabileceğine işaret ediyor. Bu tespit sorunu çözmüyor çünkü Buhârî hakkında da ciddi bir bilgi mevcut değil. Öte yandan bazı karinelerden hareketle Buhârî ile Zic el-muhakkak el-sultânî alâ usûl el-rasad el-İlhânî’yi yazan Tûsî’nin ve Şirâzî’nin eleştirmenlerinden Şemsuddin Vebeknevî arasında da bir ilişki kurulabilmek mümkün. Yine de tüm bunlar saf varsayım; ancak dikkat çekici olan bizatihi bu tür bir eserin varlığı, ve elbette bu tür bir eserin varlığını mümkün kılan, nasıl ve niçin sorularına verilecek yanıtların yaşam sürdüğü tarihî bağlam ki konuyla ilgilenecek dert sahibi araştırmacıları bekliyor…

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 6.sayısında yayınlanmıştır.