Erhan Kıvanç

Felaket anlatılabilir mi? Tarihin kazananla “suç ortaklığı yaptığı” bir dünyada, Felaket, gerçekten anlatılabilir mi?

Murat Özyaşar, 2019 yılında yayımlanan ve daha önce farklı gazete ve dergilerde yazdığı “hikâyelerinden” oluşan Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri kitabının “Muhteşem İmkânsızlık” yazısında, Çayan Demirel’in Dersim 38 belgeselinden bir izlenimini aktarır: Belgeselde Dünya Ana, 1938 Dersim Felaketi’ne tanıklığını aktarırken Zazacayla karışık sakatlanmış bir Türkçeyle konuşmaktadır. Sözleri şu cümleyle biter: “Kimsiz kaldım, kimsiz kaldım, derdime yanak yok.”

Dünya Ana’nın Felaket’i anlatırken önce Zazaca, sonra Zazaca-Türkçe ve en sonunda kırılmış bir Türkçeyle konuşması, onun böyle dilden dile geçişi, bana kalırsa Felaket’in yarattığı tahribatı ve Felaket’in dildeki tezahürünü de gösterir. Çünkü bu Felaket zamanında yitirdiğimiz sadece canlar olmamış, dil de bu Felaket’ten nasibine düşeni almıştır. (Özyaşar, 2019, s.24)

Dünya Ana’nın kayıp “se” hecesine, yukarıdaki alıntıyla dikkat çeker Özyaşar: Felaket’in dildeki tezahürü… Hem bu farkındalık hem de yazıda Felaket kelimesinin özel ad biçiminde kullanılması, Marc Nichanian’ın Edebiyat ve Felaket kitabındaki tartışmayı hatırlatır: Edebiyatın felaketle ilişkisini anlamlandırmaya çalışan Nichanian, İdelber Avelar’ın işkence ve hakikat konusunda yazdıklarından ilhamla, Felaket’in en korkutucu yanının insanın bedensel veya ruhsal acıya maruz bırakılması olmadığı sonucuna varır. Esas korkunç olan, Felaket’e uğrayanın “dilinin kırılması”, söz bütünlüğü sakatlanarak olayın herhangi bir dilde gösterilmesinin, anlatılmasının imkânsızlaştırılmasıdır. Yani, dili kapatarak, tanığı ve tanıklığı ortadan kaldırmaktır (Nichanian, 2018, s.31).

Edebiyat ve Felaket
Marc Nichaian
Çeviren: Ayşegül Sönmezay
İletişim Yayınları

Felaket’in edebiyatla bağı tam da bu noktada kuruluyor: Amacı esasen dili kırmak olan bir Felaket’in ardından hayatta kalanların tanıklıkları, Felaket’in kendisini gerçekten anlatmaya muktedir değildir artık. Çünkü Felaket sonrasındaki bütün anlatılar, dilin sakatlanmadığı yanılsamasıyla, bir tanıklık olabileceği varsayımından hareket eder. Ancak yaşanılanın kendisiyle, yani hakikatle anlatısı arasındaki boşluğa Felaket’in yıkımı eklenmiştir bir de. Bu noktada haklı bir soru sorar Nichanian: “Gerçekten de, tanıklık etmenin imkânsızlığına nasıl tanıklık edilir?” (Nichanian, 2018, s.33).

Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri tam da bu soruya cevap arıyormuş -ve aynı zamanda oluyormuşçasına- Türkiye’nin 80’li 90’lı yıllarında, bir kentte yaşanan Felaketlerin dili nasıl kırdığına yine dilin sınırlarında, tanıklık etmenin imkânsızlığına tanıklık eden dokuz hikâye barındırıyor. Daha birinci hikâyenin ilk paragrafında bu niyet apaçık sezdiriyor kendisini:

Diyarbakır’da yaşamak, Kürtçenin yasaklı olması sebebiyle temiz bir Kürtçenin konuşulmadığı, yaşayanların Türk olmaması sebebiyle temiz bir Türkçenin de konuşulmadığı, herhangi bir dilin herhangi bir ağız, şive ve lehçesinin de konuşulmadığı, hele hele bir aksanın hiç konuşulmadığı, ancak ve ancak “aksayan” bir dilin konuşulduğu, gramatik ve semantik bağlamda Türkçeyle Kürtçenin birbirine fena halde bulaştığı, bulaşmakla kalmayıp birbirini feci kırdığı bir dilin içine doğmak ve oradan konuşmaktır (Özyaşar, 2019, s. 15).

Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri
Murat Özyaşar
Doğan Kitap

Hakikat ve kurmacanın, kitabın adının da işareti gibi birbirlerinin sınırlarını sık sık ihlal ettiği bu tanıklık metinlerinin Felaket ve dil konusundaki farkındalığı sonraki hikâyelerde artarak devam ediyor. “El, eli tanır” hikâyesinin, tanıklık etmenin doruklarına kırılan dilinin sınırları yetmediği için, çok basit ve kısaca cevaplanabilecek sorulara bile dünyaya hikâye anlatmaya gelmiş gibi uzunca yanıtlar arayan insanlarında hissediliyor nitekim. “Karanlık” hikâyesinde, yaşadıklarını haykırmaktan boğazındaki damarlar yeşil yeşil şişen kapı önündeki kadında… “Bu sebeple haykırıyor kapı önündeki kadın, yakarırcasına iki eli havada, ara ara göğsünden bir şeyler koparıyor, sanırım ciğeri olmalı, oradan konuşuyor: ‘Dört gündür kuşatma altındaydık, bütün dünya bilsin!’ diyor.” (Özyaşar, 2019, s. 45).

Hikâyelerde açıkça dile gelmese de Felaket’le iç içe yaşamaya alıştırılmış olmanın sonucudur bu: En kısa sorulara karşılık bile hikâye anlatan uzunca cevaplar sunma ya da içerideki acıyı feryatlarla savurma davranışı, aynı çaresizlikten, kırılan dilin çaresizliğinden doğar. Felaket’in ardından ne kadar çabalasalar da, Felaket’e tanıklık etmeye dilleri yetmez insanların. Bunun için söyler, anlatır, ciğerinden konuşurcasına haykırır… yine de tanık olamazlar.

Ve kitaptaki diğer hikâyeler: “Bazı sözcüklerin yaşı” hikâyesinin bazı kelimeleri erken yaşta öğrenmek zorunda kalan çocukları;  “Şehitler, şahitler, sonra işte kelimeler” hikâyesinin, içeriğinden bahsetmeye gerek bile bırakmayacak ismi; Dünya Ana ve Meryem Ana… Aynı Felaket’in izlerini sürer.