Tuğba Güner

KONFÜÇYÜS (2010)

Doğu uygarlığının en önemli temsilcilerinden olan, adı sadece filozof olarak değil, dinler tarihinde peygamber olarak da geçen Konfüçyüs’un hayatını anlatan bir filmin yapılacak olması Çin’de tartışmaları da beraberinde getirmişti. Onun yanlış aktarılma riski üzerinden dönen tüm haberlere rağmen yönetmen Hu Mei Pu geri adım atmadı ve ünlü oyuncu Yun-Fat Chow’a Konfüçyüs rolünü verdi. Chow’un başarılı performansı, belki de bu rol için seçilebilecek tek isim olduğunu gösterdi. 72 yaşında ölen Büyük Usta’nın ellili yaşlarından sonraki dönemiyle başlayan film, onun hayatının tamamına ışık tutmasa da çileli bir yaşamla sınanan ömre dair tarihsel bilgiler içeriyor. 108 dakika olan filmin süresi risk alarak biraz daha uzun tutulsaydı Konfüçyüs denilince hemen aklımıza gelen öğretilere daha fazla yer verilebilir, sahneler arasındaki geçişlerin hızı dikkatimizi çok çekmezdi. Büyük düşünürün çektiği zorluklara, felsefesine, hatta uğraştığı dövüş sanatlarına da yer veren film 22 milyon dolar gibi büyük bir bütçeye sahip. Hem Konfüçyüs’un hayatına dair tek film olması hem de başarılı bir biyografi-tarih filmi olması açısından bile tercih edilebilecek bir yapım.

AGORA (2009)

“Tarihte hiç kadın filozof yok mu?” sorusuna yanıt olarak verilen isimlerdendir İskenderiyeli Hypatia. 45 yaşındayken işkencelerle ve taşlanarak ölüme giden Hypatia hem çok güzel hem de astronomi, matematik, felsefe alanlarında adını tarihe yazdıracak kadar zeki bir kadındı. Varoluşu sorgulayan, hiçbir dogmatik fikri direkt kabul etmeyen Hypatia dinsiz ve şeytan ilan edildi. Tarihin bilinen ilk kadın filozofu ve bilim insanı olan Hypatia’nın hayatını anlatan film, bulunduğu dönemi tarihsel, sosyolojik ve görsel olarak başarılı bir şekilde yansıtıyor. İskenderiye’de bir arada yaşayan Hristiyanlar, Paganlar ve Yahudiler arasında mücadeleye sürekli yer veren film, farklı dinlere mensup insanların arasındaki barışın bozulması sonucunda ortaya çıkan olayları ve insanlığın büyük mirasını barındıran İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması gibi korkunç sonuçları etkileyici bir şekilde anlatıyor. Hypatia’nın çileli yaşamını konu alan Agora’nın yönetmeni ise Diğerleriİçimdeki DenizVanilla Sky gibi başarılı filmlerden tanıdığımız Alejandro Amenabar. Diğer filmleri kadar bilinmeyen ve Tanrı-din-bilim üçgeninde olan Agora, yönetmenin filmografisinde özel bir yerde duruyor. Genç yaşta söndürülen ve ne yazık ki eserleri günümüze ulaşamayan Hypatia’nın yürek burkan öyküsü, listede en başı çeken yapımlar arasında.

NIETZSCHE AĞLADIĞINDA (2007)

Eserleri ilgiyle okunan varoluşçu psikoterapist Irvin Yalom ile yaşamı, düşünceleri, aforizmalarıyla dikkat çeken bir filozof olan Nietzsche birleşince ortaya merak uyandıran bir filmin çıkmama ihtimali imkansız. Durum böyle olunca yönetmen Pinchas Perry de eseri sinemaya uyarlıyor. Film, 19. yüzyıl Viyana’sında dönemin meşhur doktoru Breuer ve duygusal çöküntü yaşayan Nietzsche arasında geçen konuşma terapisi üzerinden ilerliyor. Adı Nietzsche, Rilke, Tolstoy, Freud gibi alanlarında ünlü isimlerle; aşk dedikodularına karışan Lou Andreas-Salome’yi ve genç Freud’u da filmde görebiliyoruz. Eserde yer alan isimlerin tarihi gerçeklikleri ve önemleri, yapımı daha da çekici kılıyor. Terapi süreci Salome’nin, Breuer’e gelerek Nietzsche’nin umutsuzluğunu tedavi etmesi için yardım istemesi ile başlar. Tabii ki Nietzsche’nin böyle bir yardıma olumlu bakmayacağı aşikar. Bu sebeple doktor, Nietzsche’nin kendi umutsuzluğunu tedavi etmesini ister. O da karşılık olarak Nietzsche’nin fiziksel hastalığını tedavi edecektir. Ama süreç hiç de doktorun planladığı şekilde ilerlemez. Terapist ve danışan kimliklerinin değiştiği bir durum meydana gelir. Nietzsche’nin o zamanki ruh hâlini ve varoluşsal ızdırabını başarılı oyunculukla net bir şekilde görebiliyoruz. Kurgu ve gerçeklikle harmanlanmış filmde rüyalar, terapi yöntemleri üzerinden klasik psikanalizin birçok yaklaşımını başarılı bir şekilde beyaz perdede izliyoruz.

AL-GHAZALI/THE ALCHEMIST OF HAPPINESS (2004)

Yönetmenliğini Abdul Latif Salazar’ın yaptığı 80 dakikalık belgesel niteliğinde bir filmle, İslâm tarihinin en önemli filozoflarından Gazzâlî’nin hayatı ve düşüncelerinin beyaz perdeye yansıtılmış hâlini izliyoruz. Kimya-i Saadet’e Yolculuk filmi bizi, aynı eserinde yer verdiği temel düşünceye götürüyor; iman ve inanca dayalı mutluluk. Bu yolda ilerlerken karşılaşılan zorluklar Gazzâlî’nin hayatı üzerinden anlatılıyor. Belgeselde Ortaçağ Müslüman ve Hristiyan filozoflarına önemli derecede ilham olan Gazzâlî’nin düşüncelerini, felsefesini, hayatını, günümüze kadar gelen etkilerini net bir şekilde görebiliyoruz. Beden kalbin ülkesidir diyor Gazzâlî ve bu eserin konusunun neden Gazzâlî olduğunu filmi seyrederken anlıyoruz: “Hayatını; varoluşun gizemlerini araştırmaya, kendi felsefi şüphelerinin üstesinden gelmeye, ruhani olarak aydınlanmaya adamıştı. Dünyanın her yerinde, gerçeği arayanlara bir örnek hâline geldi. Onun adı İmam Gazzâlî idi. İşte bu yüzden nihai hakikati arayışı ve hayatı hakkında daha fazla şeyler öğrenebilmek için bu yolculuğa çıktım.”

İBN-İ RÜŞD/DESTINY (1997)

Kader, 12. yüzyıl Endülüs Emevileri Dönemi’ne İslâm tarihinin en önemli filozoflarından olan İbn-i Rüşd odaklı bakıyor. Cannes’da Altın Palmiye’ye aday olan filmin yönetmeni Mısır’ın ünlü ismi Youssef Chahine. Çekildiği yıl itibariyle günümüze dair de ciddi eleştirilerin olduğu film tarihle iç içe, coşkulu ve dolu dolu bir öykü anlatıyor. Film, bir yazarın İbn Rüşd’ün kitaplarını tercüme ettiği için engizisyon tarafından yakılmasıyla başlıyor ve filmin adı ekranda beliriyor: Kader. İlim, bilim, felsefe araştırmalarının dine saldırı olduğu gerekçesiyle lanetlendiği böyle bir ortamda Hristiyan bir genç İbn-i Rüşd ile tanışmak ve ondan eğitim almak için Endülüs’e gelir. Rüşd’ün evinde diğer gençlerle birlikte ders görmeye başlar. Hristiyan Avrupası’nda Averroes olarak bilinen İbn-i Rüşd, çeşitli dinlerden pek çok gence ilham olmaktadır. Ama bir yandan da fikirlerini yok etmeye çalışan, ona türlü zorluklar çıkaran, kitaplarını yakan, baskıcı, dogmatik gruplarla da karşı karşıyadır. Endülüs’ün kültürel, siyasi, sosyolojik yapısı kadar o dönemin felsefi-din tartışmaları gibi geniş kapsamlı konulara da değinen Youssef Chahine, bu açıdan cesaret örneği bir film sunuyor.

WITTGENSTEIN (1993)

Öze”llikle mantık ve dil felsefesi alanlarında modern felsefeye büyük katkılar sunmuş 20. yüzyılın önemli isimlerinden Wittgeinstein’ın hayatını anlatan filmi, yönetmen Derek Jarman’ın gözünden izliyoruz. Senaryosu ise özgün edebiyat kuramcısı akademisyen Terry Eagleton’a ait. Hâl böyle olunca bir filozofun felsefesini çok iyi şekilde anlatan, kitaplarında yazdığı cümlelere oyuncunun ağzından birebir yer veren bir filmle karşılaşıyoruz. Jarman’ın elinden çıkan filmin tiyatral olmaması kaçınılmaz olacağı için kurgu, bilgi yoğunluklu senaryo ile birleşince, klasik sinema izleyicisine ağır gelebilecek bir film karşımıza çıkıyor. Çok düşük bütçeyle çekilen film kısa süresi içinde Wittgenstein’ın Cambridge Üniversitesi-Bertrand Russell dönemini, dilbilim ve felsefi çalışmalarını, aşklarını, biyografik bir yaklaşımla ele alıyor. Wittgenstein hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadan filmi izleyenlerin filozof hakkında sayfalarca kitaplar okumuş gibi bilgileneceğini de söylemek gerekiyor. Sinemanın diğer sanatlarla iletişimi ve gücü de zaten bu noktada ortaya çıkıyor.

SOFIE’NİN DÜNYASI (1999)

Sofie bir gün posta kutusunda bir kart bulur ve ona şu sorulmaktadır: “Kimsin?” Felsefenin en temelinde vardır soru sormak ve sık sık “kendini tanı” diyen Sokrates dahil tarih boyunca filozoflar soru sorarak yanıt aramaya önce kendilerinden başlarlar. Sofie de aldığı bu kartla birlikte başlayacağı yolculukta, felsefe tarihinde yanıtını bulmuş tüm sorulara cevap bulmaya çalışır. Erik Gustavson, Jostein Gaarder’in meşhur kitabına sadık kalmaya çalışarak eseri sinemaya uyarlıyor. Felsefe tarihi konusunda en temel unsurları barındıran, felsefeye giriş niyetine okunan ve içinde pek çok filozofu barındıran kitabın ağır bir dilde değil de merakla okunacak şekilde romanlaştırılmış olması, en çekici yanı. Yönetmen de aynı kitaptaki gibi sürükleyici bir hikâyenin içinde olmayı seyirciye yansıtmak istediği için iki ana karakter üzerinden bizi fantastik bir maceraya dahil ediyor. Bir yandan bilgileniyor bir yandan da hikâyenin kurgusuna kapılıyorsunuz. Filmin kitabı kadar ses getiremediği ve orijinalinden daha sadeleştirilmiş olduğu muhakkak. Sokrates döneminden Fransız İhtilali’ne kadar olan felsefe tarihini elinizde kalem kağıtla notlar alarak ve görsel olarak destekleyerek filmi izlemenizi sağlayacak bu yapım her yaştan izleyiciye hitap ediyor. Film sayesinde bahsi geçen filozoflar ve felsefe hakkında okuma yapma isteğinizin oluşabilecek olması da işin en güzel yanı. 

Arka Kapak dergisi 18. sayı