Necip Tosun

Kafka, yalnızlığını yaratıcılığa dönüştürmüş örnek yazarlardan biridir. Ondaki yalnızlık; içe kapanık, eylemsiz, depresif bir hâl olmaktan çok modernizmle hesaplaşmaya varan bir başkaldırı hâlidir. O; hayatın dışına düşmüş, pasif bir münzevi değil, çağı değiştirmeye soyunmuş, yaklaşan dünya savaşını sezmiş, duyurmuş bir yol açıcı, öncüdür. Eugenio Borgna’nın ufuk açıcı tespitiyle, o tam bir “yaratıcı yalnız”dır. Hastalık nasıl bedensel/fiziksel acıyı doğurursa düşünceler de ruhsal acıyı doğurur. Depresyon, melankoli yalnızlığı besler. Ruhsal acıya teslim olma tecrit ve depresyonu; onu biriktirme, dönüştürme ise yaratıcılığı besler. Bu yüzden biri hastalık diğeri değildir. Pek çok hayati çıkarımları bu yaratıcı yalnızlara borçluyuz. Hayatın sızıntılarını, açıklarını, insanların bilinmez gizlerini bize fısıldarlar. Franz Kafka bunların başında gelir. Franz Kafka 21 Temmuz 1913’te günlüğüne tam da bunu yazar: “Çok yalnız olmam gerekiyor. Tüm başarılarım, salt yalnızlığımın ürünüdür.”

Toplumsal ilişkilerin ağır, sıkıcı baskısı, ruhdaş bulamama, ikili ilişkilerin nafile çaba olmaktan öteye gidememesi, yaratıcı yalnızlığın kaynakları olarak gösterilebilir. İnsan kırıldığında, yaralandığında, yaratıcı yalnızlığın kucağında iyileşebilir, yaralarını sarabilir. Barbarlıktan ruhun dinginliğine geçer. İnsan yalnızlığında kendini dinler, kendine bakar, hayatı temize çeker; buğu, sis dağılır, çevreyi, hayatı, insanları yeniden keşfedebilir. Yalnızlıkta, hayatın karmaşası için bir gereklilik olarak yaşamak zorunda olduğumuz ritüelleri bu sessizlik, dinginlik döneminde yeniden gözden geçiririz. Yalnızlık hem boşalma hem de dolma işlevi görür. Yalnızlık hâli daha çok rafine insanların başına gelir. Sıradan, tekdüze, hiç yaşamamış olan birinin hayal kırıklığı da olmaz, ruhu da yaralanmaz. Bu anlamda yalnızlık “yaşamış olmanın” bir sonucudur. Büyük umutlar, büyük umutsuzluklar, büyük yükselişler büyük düşüşleri doğurur. Kafka da bunlardan biridir. Düşünmeyen ruh yaralanmaz, dolayısıyla acı da çekmez. Ruh acısıyla oluşan yalnızlık da insanı olgunlaştırır, besler. Duygusal bir yıkım ve parçalanma, başkalarına güven kaybı, varoluşsal bunalımlar, yara almış beklentiler ve hayal kırıklıkları yalnızlığı besler. Büyük yalnızlar bunu verime dönüştürür. Kafka, yakalandığı verem hastalığını bile ruhsal bir hastalık olarak görür ve verime dönüştürür. Sonuçta bu hastalık “kendisini yaşamın üstüne düşünmek zorunda bırakmıştır.” “Bir Köy Hekimi” öyküsünde kahramanına şöyle söyletecektir: “Güzel bir yarayla geldim dünyaya, varım yoğum buydu.” Tam da böyledir. Yarasını sever, bin dermana değişmez. “Kafesin biri kuş aramaya çıkmış”, onu yakalamış o ise kafesi bir yazı cennetine dönüştürmüştür.

Franz Kafka hayatının merkezine edebiyatı koyar. Edebiyatının önüne geçen tüm ilgileri, işleri, durumları reddeder. Evliliğe, akrabalara, ikili ilişkilere, aile ritüellerine mesafe koyar: “Edebiyatla ilişkisiz her şeyden nefret ediyorum. Onunla bununla konuşmak sıkıyor beni. Onunla bununla dolaşmak sıkıyor beni. Akrabaların acı ve sevinçleri ruhumun derinliklerine kadar beni sıkıntıya boğuyor. Konuşmalar, düşündüğüm her şeyin önemini, ciddiliğini ve gerçekliğini silip götürüyor. Bağlanmaktan, karşı tarafa akıştan korku. Çünkü o zaman asla yalnız kalamayacağım demektir.” Çünkü düşündüğü her şeyi ancak yalnızlıkta başarabilecektir. Bu anlamda onu edebiyattan uzaklaştıran her şey yıkıma götürecektir.

Sessizlik arar, bunun için de yapacağı bellidir: “İnsan kendi çukurunu ne kadar derin kazarsa, sessizlik o kadar büyür.” O, mümkün olduğu kadar kendi çukurunu derin kazmaya çalışır. Evliliğe karşı çıkar, çalışmak zorunda kalmasına kahreder, gündelik ilişkilerin bile çalışma düzenini bozduğunu, edebiyattan uzaklaştırdığını düşünür. Onun mutluluk için gerekçesi bellidir: “Dünyayı yüceltip bir saflığa, bir gerçekliğe, bir değişmezliğe ulaştırmakla mutluluğa kavuşabilirim ancak.” Oysa herkes gibi ona teklif edilen hayat, bir çemberin içinde amaçsızca dönmektir. “Asla eğilip bükülme; ruhun hafiflemesin, makul olmaya çalışma; kendi ruhunu başkalarına göre biçimlendirme.” diyen birinin kaderi yalnızlıktan başka ne olabilir ki. O gündelik ilişkileri bile zaman kaybı olarak görür: “Oysa şimdi, yazdıklarımı öğleden sonra Max’a okuyacağımı düşünmem, düpedüz yazmaktan alıkoyuyor beni. Ayrıca, dostluklara ne denli yeteneksiz sayılacağımı gösteriyor, bu anlamda bir dostluk olabilirse kuşkusuz; çünkü günlük yaşamı kesintilere uğratmayan bir dostluk tasarlanamaz.”

Kafka çağının çok ötesinde bir duyuşla; modernizmle ve onun getirdikleriyle yüzleşmiş, ufuk açıcı tespitlerde bulunmuştur. Kafka’nın yaklaşımlarına göre, geçmişinden, tüm birikiminden kopmuş insan yapayalnızdır. Çevre/kitle/bürokrasi ise insan mutsuzluğunu artırmaktadır. Bu yüzden toplumun her kesiminde topyekûn bir çürüme yaşanmaktadır. Gerçek diye bilinenler artık şüphelidir. Gerçek ve düş birbirine karışmıştır. İnsanın gitgide vardığı yer hiçlik, boşluk, anlamsızlık olmaktadır. Birey bu kıstırılmışlık içerisinde kuşku, korku ve güvensizlik batağındadır. İnsan apaçık tutsaktır. Bu da bireyin, gerçeğin, dilin bitişine işaret eder.

Kafka da bu nedenle eserlerinde, kalıplaşmış hayatın tutarsızlığını/saçmalığını ana tema olarak ele alırken, hayatın “trajik”liğini hatırlatmayı, dahası, sarsıcı bir uyarıyla sorgulamayı gündeme getirir. Çünkü mekanikleşmiş insan bunun ayrımında değildir. Kafka, insanların yaşadığı ama öylesine bir şeymiş gibi dile getirdiği gerçeklerin arka planını irdelemeye çalışır. Onun eserlerinde hayat tam bir karabasandır. Orada mutluluk, huzur yoktur. Sadece acı ve yalnızlık vardır. Karanlık, anlaşılmaz, karamsar. Ona göre, yaşadığımız çağda her şey boşluktadır ve anlamsızdır. İnsan ruhu/bilinci parçalanmış ve yaralanmıştır. Parçalanmış ve yaralanmış bir bilinç ise ancak aynı gerçeklikle ifade edilebilir; kopuk, eksik ve anlamsız. İnsan iletişimsizliğinin biçimsel bir yansıyışıdır bu. Söz/anlam/dil insan iletişimsizliğini gidermeye yetmediği için arayış içerisindedir.

Genellikle anlamlandıramadıkları, anlatı boyunca anlayamayacakları yeni bir durumla/değişimle karşı karşıya kalan kahramanlar; geçmişe ilişkin bilgileri, geleceğe ilişkin tahayyülleriyle bulundukları ortamı anlamlandırmaya çalışırlar. Yeni bir kopuşla birlikte yeni bir oluş karşısındadırlar. Bu örtük anlatımda neredeyse anlatıya giren her nesne bir simge gibidir. Mekânlar ve nesneler, anlatımda oluşturulmak istenen amaca hizmet eder. Aslında çevredeki her şey bilincin ürünüdür, gerçek değildir. Mekânların pek çoğu kahramanların zihnî kıstırılmışlığını belgeleyen çıkışsız bir odaya/hapishaneye dönüşür. Tipler, sanki geçmişleri hiç yokmuş gibi yaşama acemisidirler. Hepsi yaptıkları işin kölesi, tutuklusu olup çıkarlar. Yaşanan bir köle düzeni, hapis hayatıdır. Bir başka deyişle insan, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, orası aslında kocaman bir hapishanedir. Bunu ise ancak doğru soruları sorabilen, kuşkulu kahramanlar fark edebilir.

Kafka içinde bulunduğu koşullardan kurtulma biçimi olarak yazıyı seçerken kendini yabancılaşmanın içinde bulur. Yazıya güvenmese de diğer çıkışların (cinsellik, zevk/sefa, müzik vb.) tümünü tükettiği için başka yolu kalmaz. İnsan kendini yıkıma sürüklemeden başarıya ulaşamaz, her şey en uçtayken gözükür. Kendini parçalamadan; mutsuz, başarısız bir yaşamı olmadan iyi bir yazar olamaz. Yazı ve hayat birbirinin düşmanıdır. Hayattan uzaklaştıkça yazıya varılır: “Kafamın içindeki muazzam dünya. Ama kırıp parçalamadan nasıl kendimi, nasıl bu dünyayı esenliğe çıkarabilirim. Onu kendimde alıkoymaktan ya da içime gömmektense, kırıp parçalamam bin kez daha iyi. Zaten bu yüzden buradayım ve çok iyi biliyorum bunun böyle olduğunu.”

Kafka adı neredeyse Prag şehriyle özdeşleşmiştir. Prag, Kafka’nın nefret ettiği ama dönüp dönüp geldiği yerdir. Kafka Prag’ı boğucu ve yabancılaşmış bir dünya olarak algılar. Eserlerinde Prag hep en öndedir. Ama ondan hep şikâyet eder. “Prag yakamı bırakmıyor, bu kentin pençeleri var.” Günlük’lerde, Prag’tan kurtulmak istediğini pek çok yerde ifade eder. 5 Nisan 1914’te: “Berlin’e gitmek, bağımsızlığa kavuşmak, gün günü yaşamak, gerekirse aç kalmak, ama buradaki gibi kendimi alıkoyacak, daha doğrusu hiçliğe yönelecek yerde tüm gücümü dışarı akıtmak olanağına kavuşabilseydim!” 9 Mart 1914’te: “Prag’dan gideceğim. Bir insanın başına gelebilecek bu alabildiğine büyük felakete elimdeki en güçlü silahla karşılık vereceğim. (…) Yalnız iki kent var: biri benim bırakıp gitmeyi düşündüğüm Prag, öbürü nefret ettiğim Viyana; ister istemez mutsuzluğa gömüleceğim Viyana’da çünkü bunun kaçınılmazlığına bütün yüreğimle inanarak oraya gideceğim. Dolayısıyla, Avusturya dışına çıkmam gerekiyor.”

Tepelerdeki şatoları, köprüleri, göğe yükselen katedralleri, daracık sokaklardaki Arnavut kaldırımları onu mutsuz etti, boğdu. Prag, Kafka’nın nefret ettiği ama dönüp dönüp geldiği yer. Bir insanın var olduğu şehirden bu kadar nefret etmesi ilginç. Kafka Prag’ı boğucu ve yabancılaşmış bir dünya olarak algıladı. Bu boğulmuşluk ona sanatını hediye etti. Hayatı alındı, ölümsüz eserleri hediye edildi.

Kafka’nın eserlerinin merkezinde yabancılaşma yer alır. Halk ve iktidar arasındaki yabancılaşma, insanın topluma hatta kendine yabancılaşması hep onun temel izleklerinden biri olmuştur. Ondaki yabancılaşma biraz da kendi hayatının bir yansımasıdır. Kafka Almanca konuşur, milliyet olarak Yahudi’dir, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içerisindeki Çekoslovakya’da yaşar. Yani yabancılaşma, köksüzlük ve yalnızlık için her şey hazırdır. “Almanların gözünde Çek, Çeklerin gözünde Alman, herkesin gözünde Yahudi olan Franz Kafka”nın bu sürgün durumu bireysel yaşamı yanında bütün eserlerine de net bir şekilde yansır. Küçümsenen bir ırk olarak Yahudiliğini hep bir sorun olarak yaşar. Almanca yazan bir Yahudi olarak Alman yazar kabul edilmez. Prag’taki Yahudi gettosunda bu yalnızlığı acı bir şekilde yaşayacaktır. Bu anlamda yalnızlık onda bir yazgı olarak ortaya çıkar. Gustav Janouch: “Kafka’ya ‘O kadar yalnız mısınız?’ dedim, başını eğdi. ‘Kasper Hauser kadar mı yalnızsın?’ dedim. Kafka güldü. ‘Kasper Hauser’den de beter. Franz Kafka kadar yalnızım.’ dedi.”

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 31.sayısında yayınlanmıştır.