Betül Şükür

Kasım 2015, Edirnekapı Mezarlığı. Didem’in mezarını arıyoruz üç arkadaş. Sebebi benim. İhtiyacım var. “Neden her aşk bir kadının cenazesini kaldırır.” sözünün ana fikrinden roman yazmışım. Aynı denize dökülüyor onunla yolum. Onun hayatıyla ve kadın oluşuyla ilgili çözemediği bazı meseleler vardı, kendi demişti Benim de var. Ruhların tanışmasına ihtiyacım var. Ben ruhların yaşadığına inanırım. Bir sonraki hayatta yanımda olsun diye Didem’in sohbetine ihtiyacım var.

Çok eski bir yerde Didem’in mezarı, Mısır Tarlası’nda. Bulunduğu yerin adını söylüyoruz güvenliklere, bilmiyorlar. Aramaya başlıyoruz. Mezarları, kabirleri, Mehmet Akif’i geçiyoruz. Yağmur başlıyor. Mezarlığın yağmuru çok güzel oluyor. Ama aradığımız mezarı kimse bilmiyor. Hava kararıyor. Mezar hâlâ bulunmuyor. Sinirleniyorum. Çıkıp gidiyoruz Mezarlıklar Müdürlüğü’ne. Niye vazgeçmiyoruz? Zifiri havada, mezarlığın içinde hiç mi korkmuyoruz? Hayır, mezarlık dünyanın en güvenilir yeri. Korkmuyoruz. Pes etmiyoruz. Mezarlıklar Müdürlüğü’nde birkaç telefon ardından bir yere aktarıyorlar bizi. Bana Didem’in adını soruyorlar. Bana Didem’in ne zaman gömüldüğünü soruyorlar. 24 Temmuz 2011, diyorum. Zar zor çıkıyor ağzımdan. En yakınımmış gibi söylüyorum. Bir an ağlamak istiyorum. Ama şimdi değil, Didem’i bulmalıyım.

Zar zor buluyoruz tarif ettikleri yeri, bizi karşılıyorlar. Ben kızgınım. Atanan güvenlik birimlerine bilgi verin, diyorum. Yahu, Didem; Osmanlı’dan kalma şehzadelerle, defterdarlarla, Ulubatlı Hasan’ın bayrağı diktiği kulenin tam dibinde, mezarlığın en tarihî yerinde yatıyor, nasıl bilmezsiniz, diyorum. Bana söyleniyorlar. Cevap vermiyorum. Cevap vermiyorum çünkü önüme açılan deftere takılıyor gözüm. Gömülenler arşivi bu. Allah’ım sanki bir filmi yaşıyorum. Arşiv önümde. Didem’in ismini bulmuşlar. Gömüldüğü saati bile yazmışlar. Elime bir kâğıt verip tarif ediyorlar. Sakın ha bu saatte gitmeyin, oralarda ışık yok, diyorlar.

Ben gitmeden durur muyum, ruhum kırılmış mezarlığa taş olmuş. Sanki bir mezarı değil, hayatın anlamını arıyorum. Ben hiç eve geri döner miyim? Dönmüyoruz. Gidiyoruz, kapıdan giriyoruz, titriyoruz. Her yer karanlık. Köpekler, ulumalar… Olsun diyoruz. Elimizde mezar numarası var. Arıyoruz. Telefonlarımızın ışığı yetersiz, bulamıyoruz. Sabah gelelim diyoruz. Erkenden. Ama mezarların tarihîliğinden büyülenmiş gibiyiz hepimiz. Sessiziz. Gökyüzü aşağıya çökmüş mezarlara saygısından. Biz put kesilmişiz. Çıkıyoruz mezarlıktan. Yüzümüze toprak sinmiş. Belli bir süre konuşmuyoruz. Surların altından geçiyoruz. Bir yer bulup kahve içiyoruz. Birbirimizin yüzüne bakıp hâlâ susuyoruz.

Sabah erkenden yeniden gidiyoruz. Ve şok oluyoruz. Biz dün gece burada mıydık? Bu sık mezarlı, bu yokuş, bu ağaçlar, bu taşlar… Hiç mi korkmadık o karanlıkta, nasıl yaptık; bilmiyoruz. Mezarları aramaya başlıyoruz. Dün gece cebime attığım kâğıdı çıkıyorum. Şu mezar, Didem’den iki gün sonra buraya gelen, şu mezar Didem’den üç gün önce gelen. Allah’ım Didem dedikçe kalbim tekliyor, çok yakınım. Sonra bir ses, bana diyor ki, “Betül, şurada bir mezar taşı var; arkasında bir şeyler yazıyor.”

Mezar taşlarının arkasında bir şeyler yazar. Ama bu Didem’inki, henüz bakmadan hissediyorum. Hiç cevap vermeden o taşa yürüyorum. Önüne geçiyorum. Ve Didem’i görüyorum. Üzeri çakıl taşlarıyla dolu nemli toprağına dokunuyorum. Taşın üzerinde resmi var, “Füsun’un annesi” yazıyor adının üstünde. O an bir anlık, sadece bir anlık “Füsun” olmak istiyorum.

Taşın arkasını okuyorum. Arkasını okuyorum ve her şeyi o an anlıyorum. Yüzümün hiçbir belirti göstermeyen dümdüz çizgilerinde bir ritim, bir hayat çizgisi beliriyor. Sesli okuyorum taşta yazanı:

“Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.

Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,

Çok şey görmüşüm gibi,

Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,

Ah dedim sonra

Ah!”

Didem’in, o “Ah”lar kadınını mezar taşında “ah” yazıyordu. Ve ben o, o kocaman mezarlıkta “ah”ından bulmuştum. Anladım. Neden böyle demişti, anladım.

Ah’lar Ağacı’nı nereye gömmeliyim diye düşünüyorum. Belki de ‘başsız ayaksız bir mezara.’ ‘Susmanın su kenarında’ bir yerlere…

Ahlar Ağacı’nın nereye gömdüğünü anladım. Niye böyle bitirmişti şiiri, anladım:

Vasiyetimdir:

Bin ahımın hakkı toprağa kalsın…

Anladım. Neden Mısır Tarlası’nda duruyordu toprağı, öylece; annesine seslenişinden anladım:

Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu

Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri

Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadığı annesine o mısır tarlasında kavuştuğunu anladım. “Canım kızım, cehaletimden şair oldum. Annesizlikten. Sen sakın şair olma!” deyip de annesiz bırakmak zorunda kaldığı kızı Füsun’un adının neden o taşta yazdığını anladım. Anladım; titredim. Anladım; sanki devasal bir yapbozun son parçasını tuttum buldum, yerine koydum. Sanki sandık açıldı, sanki hayatın anlamı önüme çıktı.

Sanki beni bekliyormuş gibi dinledi, dinledi. Yıkadım, yıkadım, yıkadım toprağını. Avcumun içiyle temizledim taşını. Dünyam büyüdü. Kalbim büyüdü. Didem büyüdü, Didemler büyüdü.

Arka Kapak dergisi 15. sayı