Coşkun Türkan

Doğup büyüdüğü, ilk düşlerini kurduğu, ancak çok da fazla yaşa(ya)madığı coğrafyasına uzak diyarlardan seslenen ve bu özlemini yazdığı satırlara her daim yansıtan Haydar Karataş, Gece Kelebeği(Perperık-a Söe) ve On İki Dağın Sırrı romanlarının ardından, bu kez okuyucularını şaşırtan bir öykü kitabıyla çıktı karşımıza: Ejma’nın Rüyası. Bildiğim kadarıyla Karataş’ın, Murathan Mungan’ın derlediği kitaplardaki öyküleri dışında, öykü kaleme almışlığı ve/ya almışsa da bunları gün yüzüne çıkarmışlığı yok. Doğrusu o kadar özdeşleştirmişim ki romanla Karataş’ı, ilk iki öyküden sonra roman olmadığı ayırdına vardım okuduklarımın. Gerçi, “Masal İnsan”, dipnotunda “her biri başlı başına bir öykü olsa da gerçekte yazarın romanının taslak notları” olduğu belirtilen “Sayıklamalar” ve tek bir öyküden oluşan “Yaşayan İnsan” olmak üzere üç bölümden oluşan bu öyküler, okuyucuya bir roman okuyormuş izlenimi de vermiyor değil. Her ne kadar her daim kanayan ve acıyla yoğrulmuş bir coğrafyaya ait yaşanmışlıklara, “geçmiş”e ait cümleler kursa da Karataş, içinde hep “şimdiki” zamanın olduğu bir “geçmiş”le çıkıyor karşımıza; hatta çoğu zaman ‘geçmemiş’ bir ‘şimdiki’ zamanla. Dersim coğrafyasının dağı, taşı, ağacı ve suyu yanında çoğul kimliklerine ait her türlü ‘sözü’ ve ‘sesi’ heybesinde barındıran Karataş, daha önceki romanlarında olduğu gibi bu öykülerinde de eski zaman dervişlerinin ruh haliyle hareket ediyor. İçinde pagan gelenekleri yanında Zazalar, Ermeniler, Kürtler ve Kızılbaşların olduğu bu öykülerde, ‘kelamın anlamına’ yoğunlaşıyor. Nitekim “Masal Bitti O Gece” adlı öyküsünde dile getirdiği “İnsanın toprağa sığınması öylesine tuhaf bir şeydir ki, benim gibi büyük şehirler, hapisler görmüşseniz, uzak memleketlere çekip gitmişseniz bile, toprağa inleyen o insan sesi hep peşinizden gelir.” satırları, bu ruh halini yansıtıyor. Bunun yanında çoğunluğun “an”lık yaşadığı, düşündüğü, sevdiği ve huzursuz olup tepki gösterdiği ve “yaşam” hanesine yazılması gerekenleri “hayat” olarak yazdığı “şimdiki zaman”da, “an”dan çok, “süreç”e odaklanmamız gerektiğini hissettiriyor ve bazı hatıraların sözsüz yaşandığını vurgulamaktan geri kalmıyor yazar.


Ejma’nın Rüyası
Haydar Karataş
Nota Bene Yayınları

‘Toprağa inleyen sesleri’ çoğaltma derdinde olan Karataş, ‘ozanlık’ ve ‘dengbejliğin’, doğup büyüdüğü coğrafyadaki karşılığı olan ‘mesel anlatma’ geleneğinden beslendiğini yadsımıyor. Bu kültürü ustaca, edebi bir derinlik ve üslupla harmanlayarak yansıtıyor öykülerine. Dolayısıyla insana değen, hatta değmekle kalmayıp insanı sersemleten ve okuyucuyu her bir satırda daha fazla içine alan öyküler çıkıyor ortaya; içten, yalın ve vicdana seslenen. Nitekim Pepug Kuşu meselinin konu edildiği “Pepug Aryası” adlı öyküdeki giriş, okuyucuya, okuyacağı metne dair önemli ve sarsıcı bir ipucu verir: “Rivayet o ki, Pepug kuşu, şu Anadolu’da kardeşin kardeşe olan özlemini anlatmaktadır. Kardeşin kardeşe inanmadığı, ama acısını da unutmadığı toprakların hikâyesidir bu. Bir dervişin sazında büyümüş, gerçeğe kanat çırpmıştır Pepug.” Karataş’ın hemen tüm öykülerinde gelgitlerle dolu olan insana, parçalanmış ruhlara, insanın kendine yabancılaşmasına, aidiyet sorununa, toprakla kurduğu özdeşliğe ve “öteki”ne rastlamak mümkün. Bu coğrafyanın çoğulluğunun özlemini kuran yazar, bir o kadar da, bu çoğulluğun ‘şimdi’ nerede olduğunu sorgulatma gereği duyuyor. Bütün bunlar da, düşle gerçek arasında, hatta düşle gerçeğin iç içe geçtiği edebi bir derinlik ve zamanın müphemliğiyle aktarılıyor. On öyküden oluşan “Masal İnsan”da yazar, ‘sözün yarasının iyileşmediğine’, ‘bazı hatıraların sözsüz yaşandığına’ ve ‘idealleri uğruna savrulan ruh hallerine’ değiniyor. Ki bu parçalanan ruh hali, hiç beklenmedik bir anda, cezaevi arkadaşının Prag’daki Karluv Most Köprüsü üzerinde kulağa çalınan bir memleket küfrüyle dile geliyor: “Geçmişim dilenciydi. Prag köprüsündeydi. Bir karanlığa yürüyoruz beraber, hayatın gerçek hikâyesine…” “Babil Tımarhanesi’nden Kaçan Üç Devrimcinin Hikayesi”nde ise, idealleri uğruna hayatlarını ortaya koyan ve bir tespih tanesi gibi dağıldıktan sonra bir araya gelen insanların naiflikleri, aidiyetsizlikleri ve yalnızlıkları aktarılıyor. Zira “zaman bir ur gibi parçalamıştı(r) ruhları” artık. Kitaba adını veren “Ejma’nın Rüyası”nda ise bu coğrafyanın kanayan yarasına ve bu coğrafyadan gidilen her yere taşınan, duyulan sızıya odaklanılıyor. Başkasının acısına bakmanın ve onu anlamanın bizi insan kılacağını her satırda hissettiren Karataş, nasıl anlatırsa anlatsın, insanın önünde sonunda iyi bir varlık olduğuna inanmamız gerektiğini inatla dile getiriyor öykülerinde.

Arka Kapak dergisi 28. sayı