Eyüp Tosun

Yekta Kopan Sakın Oraya Gitme’de, öykü sonlarını genelde muğlak veya ucu açık bırakıyor. Bu, belki de anlatımdaki yoğunluktan oluyor. Çünkü öykülerin çoğunda anlatım imgelerle dolu. Olay örgüsü tekdüze gibi görünse de metinleri okudukça görülüyor ki durum hiç de öyle değil. Öykülerin geneline sinen özgürlük, cesaret, yüzleşme, hafıza gibi izleklerin varlığı aslında okuru, sürekli kitabın ismine çıkarıyor ve yoldan isteseniz de çıkamıyorsunuz. Hafıza demişken öykülerin kısmen geveze olması belki de susan, susarak bir şeyleri (çoğu şeyi!) kabullenen topluma eleştirel bir gönderme diye de okunabilir. Kitapta bir metafor olarak kurulan, hayali Vişne Ormanı’nda yaşayan cesur geyiklerin varolma sebepleri; unutmamak, umut etmek ve her şeye rağmen yaşamak, kitabın da esas gayesi bu: İnatla yaşa!


Sakın Oraya Gitme
Yekta Kopan
Can Yayınları

Yazarın belki de bu kadar siyasi gündemle ilgili öyküler yazması da hiç bitmeyen “son dakikaların” etkisinden olsa gerek. “Katil, Uşak!” öyküsünde yaratılan atmosfer aslında çoğu insanın içinde bulunduğu ve haykırmak istediği türden. Yazar “oh bakın şöyle şöyle oldu” ya da “kahretsin bu işler hep böyledir” havasından ziyade anlamaya ve sıkıntılara yol açan sebeplere doğrultuyor kalemini. Bu yüzden öykülerde aslında merkeze oturmuş gibi görünen olayların kendi içlerinde hesaplaşması ve irdelenmesi de var. “Mektup” öyküsündeki Serkan Gül karakterini kim unutabilir artık? Onun girdiği bir kapıdan asla çıkamayacağını, daracık bir yerdeki akıl almaz girdabını her okur derinden hissedecektir. İçimizin daralmasını, kimseye bir şey anlatamamamızı ve yekûn olarak sitemlerimizi dil üzerinden aktarıyor yazar. Bunu yaparken de her şey hem çok gerçek hem de çok kurmaca oluyor!

Epeyce soruyla karşılaşıyoruz kitabı okurken. Sorulan sorular aslında anlatıcının da bir şeyleri anlama çabası içerisinde olduğunu gösteriyor. Cevabını bilememek değil, tam tersi ortak bir cevap arayışına girme isteğinden bu tavır bence. Her yazılanın bir kaderi var ve okur buna ortaktır. Yazar da bile isteye oluşturduğu kurguların içerisine bizler için sorular koymuş. Şuradan bakmak gerekiyor belki de; nasıl ki soruyu cevaplamak kolay değilse sormak da zor!

Kitapta, defterler adetâ birer sığınma mağaraları işlevi görmüş karakterler için. En çıkmaz anlarda imdada yetişiyorlar. Tabii ki başka tutunma ipleri de var kitapta, bir öykünün sonunda yazarın da dediği gibi, “Ev kavrulmuş soğan kokuyor ve hiç de uzak değil kurtuluş günü.”

“Herkes Kadar Mutsuz”da öykü atölyesine, “Bisiklet” öyküsünde ise öykü ve hikâye ayrımına değiniliyor. Bitmek bilmeyen iki tartışma. Çok su götürdü, hâlâ da götürür. Kitabın içinde de bir şekilde yer almasına sevindim bu iki mevzunun. Çünkü özellikle herhangi bir atölyede öykü yazmanın öğrenilecek olması sadece komik bir durumdur, o kadar! Öncelikle yazar adaylarına iyi bir öykünün her açıdan incelenmesi öğretilmelidir. Çünkü iyi bir öyküyü bozdukça ondan geriye kafamızdan geçen şeyleri nasıl kâğıda dökeceğimizin sırları kalacaktır.

Son olarak kitapta eleştireceğim bir iki şeyin altını çizip bitireyim. “Factotum” ve “Bir Yabancı” öyküleri, kitabın zayıf halkaları. Kitabın sonundaki açıklamada bu öykülerin Ot dergisinde yayımlandığı belirtiliyor. Belki de aceleye gelmiş olduklarını düşündüm bu yüzden. Çünkü diğer öykülerdeki yoğunluk bu iki öyküde yoktu. Bir başka mesele ise siyasi göndermesi olan öykülerde bazı durumların sırıtıyor olması, işlenen konunun ya çok taze ya da belki çok içselleştirilerek yazıldığı kanaatine vardım. “Ev Hâli” öyküsünü bahsettiğim duruma örnek verebilirim. 

Arka Kapak dergisi 16. sayı