M. Ali Çalışkan

Kafka’nın aşk mektupları, en az bir sabah böcek olarak uyanan Samsa’nın hikâyesi kadar meşhurdur. Milena’ya Mektuplar Kafka’nın aşık olduğu bir kadına yazdığı gerçek mektuplardan oluşan bir kitap. Aslında bu kitap bir tür mahremiyet ihlali sayılabilir, çünkü Kafka’nın toplumdan gizlediği yasak aşkının ürünü olan bu mektuplar Kafka’nın ölümünden sonra onun izni olmadan yayınlanmıştır.

Kafka’nın mahremiyetini ihlal etmek için onun mektuplarını okumanız şart değil, hemen hemen tüm kitapları kişisel psikolojisini o kadar net bir şekilde yansıtır ki Kafka’nın ruhunun tüm güçlü ve zayıf noktalarını, toplum ve aile ile gerilimini, Yahudilikle ilgili çatışmasını, kendine yönelik güvensizliğini satır aralarında yakalar ve kendinizi bu büyük yazarın, büyük dil ustasının mahrem dünyasına yönelik tecessüs hâlinde hissedersiniz. Kafka’nın romanlarını da tıpkı gizli aşklarına yazdığı mektuplar gibi Kafka’nın okurlarına gönderdiği birer itiraf mektupları gibi değerlendirirsek belki de bunların ölümünden sonra yakılmasını niye vasiyet ettiğini anlayabiliriz. Yazarlar çoğunlukla yazarken metinde kendisini gizler ve okurunu kandırmaya çalışır ama Kafka’nın her cümlesi kendisini açık eder.

Kafka’dan izin almadan Milena’ya olan mektuplarını ben de okudum -bu yüzden ona belki hepimiz gibi ben de bir özür borçluyum- ve Kafka’nın Milena mektuplarını, Goethe’nin ünlü eseri Genç Werther’in Acıları isimli kitapla birlikte okumanızı tavsiye ederim. Bu şekilde iki adamın benzer hikâyesini mukayese imkanı sayesinde aşkın gizemi hakkında belki birkaç ipucu yakalama fırsatınız olur.

Özetle Genç Werther de genç Kafka da başkalarına ait olan kadınlara aşık olmuşlardır ve kadınların bu sıradan aidiyetleri her iki genç erkeğin de büyük efsanevi aşklarının yanında o kadar küçük kalır ki Werther’in de Kafka’nın da acılarına ortak olursunuz. Her iki aşk da edebiyatın en nadide cümleleriyle süslenmiştir ve insanoğlunun duygularını ifade etme noktasında birer zirveyi temsil ederler, ama bu muhteşem iki aşk basit iki erkek yüzünden bir vuslata dönüşmez, her iki aşkın da sonu ölümle biter. Erkek için aşk sahiplenmek demek, sevdiği kadını bir başka erkeğin kollarında gördüğünde veya hayal ettiğinde gözlerinin önünde dünyanın yıkımını izler, şüpheden beslenen bir kıskançlık değildir bu, bizzat gerçekten beslenen bir çaresizliktir, acı o kadar dayanılmaz olur ki erkek sonunda ya aşkını inkar eder veya hayatından vazgeçer. Genç Werther intihar etmiştir, genç Kafka ise vereme yenik düşmüştür.

Kafka ve Werther’in ortak özellikleri yalnız olmalarıdır. Kalabalıklar arasında yaşamalarına rağmen her ikisi de dünyaya dokunurken ortaya çıkan bireysel hayatlarında ne kadar yalnız olduklarının farkındadırlar. Karşılarına çıkan bu iki kadın, Milena ve Lotte, bu yalnızlığa katlanmak için birer fırsattır ve aşkları aslında yalnız yaşadıkları duygu ve düşünce kozasının içine hayata beraberce dokunabilecekleri bir insanı davet etme girişiminden ibarettir.

İnsanoğlunun yalnızlığı iki boyutlu. İlki dünyaya; yani doğaya yabancı oluşumuz. Yani doğa birçok bitki ve hayvana gerçek anlamda yuva iken insan için bir mücadele alanı. Kendinizi bir ormanda düşünün, ne kadar yabancı olduğunuzu fark edeceksiniz. Bu yabancılık bizim kazanımımız veya zayıflığımız olabilir ama her hâlükârda kaderimiz. O yüzden büyük aşklar hep doğa güzellemeleriyle bezenir, Goethe belki de en güzel doğa betimlemelerini Werther’in aşkında yapmıştır diyebiliriz. Dünyayla ilişkisini bir savaşım olarak tanımlayan Kafka için ise Milena bir tür dünyaya ve doğaya geri dönüştür. Onu istasyonda bırakırken yüzünde doğanın kendisini görür. Şehirlere küs olan Kafka, Milena aşkı sayesinde onun yaşadığı şehir Viyana ile barışır. Çünkü aşık olunca insanda Tanrı’ya geri dönme isteği uyanır, bu geri dönüş için en doğru yol olarak mekana tutunuruz, doğayla barışmak isteriz ve ona yönelik yabancılıktan kurtulmaya çalışırız.

Yalnızlığımızın bir diğer boyutu ise topluma yabancı oluşumuzdur. Topluma yabancılığımızın nedeni ise insan ferdinin hayatının biricikliği. Ortak bir dünyada yaşıyor gibi gözüksek de her birimiz kendi zihin atmosferinde kendi dünyasını inşa ediyor ve kimse kimsenin dünyasına giremiyor. Kafka insanın bu trajedisini iliklerine kadar hisseden bir yabancı ve bu yabancılığını yerliliğe dönüştürme imkanı olarak Milena’ya sarılıyor.

Milena, Kafka için kendisidir, onun hayatına değen her şeyine razıdır, severse Milena sevmelidir, terk ederse Milena terk etmelidir. Werther de Kafka da sevdikleri kadınlara ulaşabilmek için onlara asla vazgeçemeyecekleri kadar büyük, efsanevi, muhteşem, masal gibi bir sevgi verirler, o sevgi ile kadınlarının hayatını doldururlar ve bu şekilde onlar için vazgeçilmez olmaya çalışırlar. Her gün doğan güneşin kanıksanması gibi Milena da bu sevgiyi kanıksayacaktır belki; ancak bir gün bu güzel seven erkek hayatından çekilirse yokluğunda fark edecektir neyi kaybettiğini, güneş çekilip ortalığı karanlık basınca. Heyhat, ne Lotte ne Milena onlara bakınca Tanrı’yı görecek kadar dimağlarını aşk bürümüş bu iki erkeğin sahip olduğu cesareti gösteremeyecek, bağlı oldukları sıradan erkeklerin uyuşuk yataklarında kalmayı tercih edeceklerdir. Çünkü aşk kadının değil erkeğin mesleğidir.

Genç Werther’in ve genç Kafka’nın acılarını okumamız gerekiyor, tıpkı Tanpınar’ın Huzur’undaki genç Mümtaz’ın acılarını okumamız gerektiği gibi. Kendi görkemli aşklarıyla kadınları tekrar yaratan, cesur yüreklerin cesur hikâyeleri bunlar.

Milena'ya Mektuplar

Milena’ya Mektuplar
Franz Kafka
Timaş Yayınları

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 10. sayısında yayınlanmıştır.