Medeni Yılmaz

Yıl 1910. İngiliz donanmasının en yeni ve en büyük gemisi Dreadnaught’u görmek için Habeşistan kralının İngiltere’ye geleceği bilgisi telgrafla İngiliz donanmasına ulaşır. Kral ve heyetine, bahsi geçen gemide donanma tarafından bir karşılama töreni hazırlanır. Hatta Habeşistan bayrağı bulunamayınca Zanzibar bayrağım göndere çekilir. Habeşistan’ın milli marşı bile çalınır. Ancak sonraki günlerde gazetelerde flaş bir haber patlar; hem de fotoğraflarla kanıtlı! Yüzlerine kömür sürüp Habeşli gibi giyinerek orduyu selamlayan bu beş kişilik grup, uyduruk bir dil ve sahte bir çevirmenle koskoca İngiliz donanmasını trollemiştir. Daha da garibi, bu beş kişilik gruptan biri takma bıyık takmış bir kadındır; ve o muzip şakayı yapan kadın Virginia Woolf’tan başkası değildir!

Genellikle, yaşadığı sinir krizleri, psikolojik rahatsızlıkları, lezbiyen ilişkileri, çalkantılı hayatı ve sıradışı intihar biçimiyle tanınan Virginia Woolf, örnekte de görüleceği üzere, aslında gelgitlerle dolu bir karaktere sahiptir. Bu inişli çıkışlı halleri yapıtlarına odaklanma hususunda büyük sorun teşkil etmiş ve İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yılgınlık ve umutsuzluğun da etkisiyle intiharı tercih etmiştir. Ancak geride bıraktığı günlükler, denemeler ve özellikle romanlarıyla dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden biri olarak anılmayı başarmıştır.

Modern roman dendiğinde ise adı Franz Kafka, James Joyce ve Marcel Proust gibi devlerle yan yana anılan Virginia Woolf, şiirsel üslubu ve özellikle bilinç akışı tekniğini kullanım biçimiyle geleneksel roman anlayışını altüst etmiş; yapıtlarında bireyi merkeze koyarak insanoğlunu en iyi anlatan yazarlardan biri olmuştur. Onun Deniz Feneri adlı romanı ise, birçok edebiyat tarihçisi ve eleştirmen tarafından başyapıtı olarak görülüyor.

Deniz-feneri

Deniz Feneri
Virginia Woolf
Çeviren Kıvanç Güney
Kırmızı Kedi

Deniz Feneri Romanında öykü

Aslında Deniz Feneri romanında ciddi bir olaylar silsilesi olduğunu söylemek çok zor. Çünkü Jacop’un Odası’ndan itibaren Virginia Woolf, çok özel bir yapıt olan “Orlando” haricinde hiçbir romanında öykü anlatmaz. Romanlarının öyküsel bir iskeleti yoktur. Diğer bir deyişle Woolf, klasik anlatılarda bulunan serim – düğüm – çözüm biçiminde bir olay dizisine yer vermez. Çünkü ona göre, insanların yaşantıları/öyküleri onları tanımada yanıltıcı olabilir. Üstelik benzer yaşanmışlıklar farklı kişilerde farklı tepkilere yol açabilir. Bu nedenle olaylara değil onların insanlar üzerinde bıraktığı etkilere odaklanılması gerektiği görüşündedir. Deniz Feneri romanında da temel bir öykü yoktur. Olay sayılabilecek kimi gelişmelere ise karakterlerin bilinçaltına yansıdığı ölçüde değinilir. Tek bir ana öykü ve onu sarmalayan öykücükler yerine, izlenimlerin yoğunlukta olduğu bu romandaki kimi olaylar kısaca şöyle özetlenebilir: Üç bölümden oluşan romanın ilk ve üçüncü bölümü sadece yarımşar günü anlatırken, ikinci bölüm ise yaklaşık on yıllık bir zaman dilimini kapsar. Yarım günü anlattığı ilk bölümde, romanın başkişisi Mrs. Ramsay’ın en küçük oğlu James deniz fenerine gitmek ister. Romanın diğer önemli karakterlerinden ressam Lily Briscoe ise yeni bir tablo yapmakla meşguldür. Bu arada Mrs. Ramsay, Lily’yi aile dostu William Bankes’e uygun görür. Oysa ne Lily evlilik derdindedir ne de William Bankes Lily ile ilgilidir! Hatta William Bankes gizliden gizliye Mrs. Ramsay’e hayrandır. Onun poşetlerini taşırken böylesi güzel bir kadınla yan yana yürüdüğü için kendisini şanslı hisseder. Romanın ikinci bölümü çok daha kısadır ve ailenin yaklaşık on yıldır gitmediği yazlık evini anlatır. Bu bölümde Mrs Ramsay’in öldüğü de belirtilir. Üçüncü bölümde ise Mr. Ramsay çocuklarıyla birlikte deniz fenerine gider. Ancak bu gezi James için hüsranla sonuçlanır. Çünkü hayallerinde yaşattığı deniz feneri bu değildir. Lily uzun zamandır uğraştığı tablosunu bitirirken, Mr. Ramsay ise onunla her daim ilgilenen karısının ölümünden sonra kendisini boşlukta hisseder ve ilgiye muhtaç durumdadır. Bu ilgiyi özellikle çocuklarından ve Lily’den bekler.

Biyografik Unsurlar Taşıyan Bir Roman

Virginia Woolf’un biyografisini yazan rahmetli Mina Urgan’ın, “annesine, babasına, çocukluğuna yakılan bir ağıt”1 şeklinde tanımladığı Deniz Feneri adlı romanında Woolf, kahramanlarını yaratırken büyük ölçüde ailesindeki bireylerin karakter yapılarından faydalanır. Özellikle Ramsay çifti, Woolf’un anne ve babasının en temel özelliklerini taşır. Hatta Woolf bu karakterleri yaratırken Mrs. Ramsay’i öylesine derinlikli işler ki, kız kardeşi Vanessa romanı okumayı bitirdikten sonra; “Ölmüş birinin bu denli iyi canlandırılması bana neredeyse acı veriyor. Onun kişiliğinin o olağanüstü güzel yanını hissettirmeyi öylesine iyi başardın ki bu, dünyada yapılması en zor şey olmalı.”2 diyecektir. Romandaki baba figürü Mr. Ramsay de otoriterliği, sert mizacı, mantıksal yaklaşımı ve başarısızlık hissi taşıması gibi özellikleriyle Woolf’un babası Leslie Stephen’ın kurgusal versiyonu diyebiliriz. Diğer yandan Woolf, romanında küçük kardeşi Adrian’a da yer verir. Hatta romanın çıkış noktası, kardeşiyle ilgili anılarının canlanmasından doğmuştur diyebiliriz. Çünkü Woolf henüz küçük yaşlardayken, kardeşinin deniz fenerine gitme isteğini anımsadığını günlüklerinde belirtir. Romandaki James karakteri de deniz fenerine gitme isteğiyle doludur.

Ressam Lily Briscoe karakterinde ise Woolf’un bizzat kendisinden izler görülür. Sanata geleneksel çerçevenin dışından bakışı, sanatsal bir uğraşı olması, özgüven sorunu ve özellikle evlilik hakkındaki görüşleriyle Lily, yaratıcısı Virginia Woolf’u anımsatır. Daha somut bir benzerlik gerekirse, Lily Briscoe romanda konu edilen tablosunu 44 yaşında bitirir. Bu da tam olarak Virginia Woolf’un Deniz Feneri adlı romanını bitirdiği yaşa tekabül eder.

Bilinç Akışı Tekniğinin Romandaki İşlevi

Deniz Feneri adlı romanda olaylar öylesine önemsiz, kısa ve silik cümlelerle anlatılır ki romanın başkişisi sayılabilecek Mrs. Ramsay’in ölümü sadece tek cümleyle geçiştirilir. Hatta onun neden ve nasıl öldüğüne bile değinilmez. Çünkü Virginia Woolf romanlarında asıl mesele edilen şey, karakterlerin iç dünyalarında yaşadıkları çelişkiler bütünüdür. Bu çelişkileri öylesi derinlikli bir gözlemle kavrayıp yansıtır ki, “okurda tanıdık bir duygu bırakma gücü”3 şeklinde özetler onun dehasını çağdaşı yazar John Bennet. Bu nedenle romanlarında klasik anlatım şablonlarına sırt çeviren Woolf, olayları anlatırken kahramanlarının izlenimlerine yaslanır. Nitekim Deniz Feneri’nde yer alan irili ufaklı tüm olaylar, roman kahramanlarının perspektifinden yeni anlamlar yüklenerek okura iletilir. Zaten bu romanına “Deniz Feneri” adını vermesi tesadüf değildir. Bilindiği üzere, deniz fenerlerinin aydınlatıcı özelliği vardır ve Woolf, insan bilincinin en derin, en karmaşık ve en keskin noktalarına yoğunlaşarak onların düşünce akışını bir deniz feneri edasıyla aydınlatıp okura sunar. Gerçek ile düşü, geçmişi ve şimdiyi, soyut ve somut mekânları iç içe kurgulayarak verir. Öte yandan Woolf, kahramanların fiziki yapısından ziyade ruhuna, mekânların dekorasyonundan ziyade kahramanlarındaki çağrışımlarına, genişlikten ziyade derinliğe yönelir. Yoğunlukla imge, sembol ve çağrışımlara dayanan biçemiyle Woolf’un, bu yapıtında geleneksel roman biçimini zorladığı ve hatta onu şiire yaklaştırdığı görülür. Zaten kocası Leonard Woolf da bu romanı “ruhbilimsel şiir” şeklinde tanımlamıştır. Özellikle anlatıcı pozisyonu, anlatım çeşitliliği ve zaman kiplerinde bonkör davrandığı bu romanında Woolf, tüm bunları yaparken kimi zaman dilbilgisi kurallarını, anlamı, mantığı, noktalama işaretlerini ve sentaksı bilinçli olarak yok eder. Aslında romanın okurlar nezdinde güç anlaşılmasındaki temel problem işte bu bilinç akışı tekniğinde yatar. Zira Virginia Woolf’u, “Shakespeare hariç bundan daha heyecanlı bir okuma yoktur.”4 şeklinde tanımladığı Dostoyevski’den ve yapıtlarında insan psikolojisine derinlemesine yer veren diğer klasik yazarlardan ayıran kilit nokta, bu tekniğin kullanım biçiminde saklıdır. Dostoyevski, kahramanlarının düşüncelerini düzenli ve sıralı cümleler halinde okura sunar. Oysa insan zihni kompleks yapıdadır ve karmaşık düşünceler iç içe gelişir. Dolayısıyla tıpkı rüyalarda olduğu gibi birbiriyle ilgisiz gibi görünen cümleler, eylemler ve kişiler insan zihninde ardı ardına sıralanabilir. Virginia Woolf ile aynı yıl doğup ölen (1882 – 1941) James Joyce’un “Ulysses” ve Amerikalı yazar William Faulkner’ın “Ses ve Öfke” adlı romanları, bu yöntemin uygulandığı diğer önemli örneklerdir. Türk edebiyatında ise özellikle Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli” ve Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” adlı romanları, bilinç akışı tekniğinin oldukça başarılı uygulamalarıdır.

Romanın Feminist Okumalara Açık Alt Metni

Feminizm, Virginia Woolf dendiğinde akılda beliren ilk imgelerdendir. Gerek “Kendine Ait Bir Oda”, gerek “Üç Gine” adlı deneme kitabında ve gerekse günlüklerinde kadın haklarıyla ilgili günümüzde dahi ilke edinilen görüşler dile getiren Woolf’un, böylesi biyografik detaylar içeren bir romanının da feminizm penceresinden yorumlara açık olması kaçınılmazdı. Woolf’un feminist duyarlılığı, özellikle Lily Briscoe ve Mrs. Ramsay karakterleri arasındaki farklılıklarda açığa çıkar. “Geçkin, bozulmaya yüz tutmuş bile olsa erkek zekâsı büyük şeydir, kadın ona baş eğmelidir.” sözlerinde görüleceği üzere, Mrs. Ramsay gelenekçi bir zihniyete sahiptir. Erkeklerin kadınlardan üstün varlıklar olduğuna ve kadınların kısa sürede evlenerek eşine hizmet etmesi gerektiğine inanan Mrs. Ramsay’in Lily Briscoe hakkındaki fikirleri de bu tezi destekliyor: “Çinli gibi küçük gözleri, o buruşuk yüzü ile kızcağız belki de hiç evlenmeyecekti; insan onun ressamlığını da pek önemsemiyordu.” Mrs. Ramsay’in bizzat kendisi de ömrünü çevresindekilere ve özellikle kocasına adamıştır. Oysa Lily Briscoe, Mrs. Ramsay’in aksine kendi ayakları üzerinde duran, evliliğe soğuk bakan ve resim yapmasından hareketle, dönemin kadınlarına nazaran entelektüel bir kişiliktir. Romanın sonunda, erkeklere üstün cinsiyet gözüyle bakan gelenekçi Mrs. Ramsay ölürken, modernist ve bağımsız görüşlere sahip Lily, uzun süredir üstünde çalıştığı tablosunu bitirir ve kendi ayakları üzerinde dimdik durmaya devam eder! Üstelik bu tablosunu, ‘dönemin sanat anlayışına uygun olmadığı gerekçesiyle’ dostları tarafından dahi yadırganmasına rağmen bitirmiştir. Bir başka deyişle bu tablo, kadınların çevresel baskılara boyun eğmeden kendi seçimleri doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini simgeliyor diyebiliriz.

Son olarak, Virginia Woolf’un günlüğüne Deniz Feneri’ni yazış nedenini açıkladığı alıntıyla bitirelim: “Bugün babamın doğum günü. Yaşasaydı, 96 yaşında olacaktı; ama çok şükür olmadı. Yaşaması benim hayatımı sonlandırırdı. Ne olurdu? Yazı yazma yok; kitap yok; hiç düşünemiyorum! Onu ve annemi her gün düşünürdüm; ama Deniz Feneri’ni yazmak, zihnimde onların düşüncelerini yatıştırdı. Şimdi de bazen aklıma geliyorlar; ama farklı bir şekilde!”5

Dipnotlar 

“Virginia Woolf”, yazan Mina Urgan, Yapı Kredi Yayınları, 5. basım, sayfa 126.
“Kendine Ait bir Kadın – Virginia Woolf”, yazan John Lehmann, Remzi Kitabevi, 1. basım, sayfa 52.
“Bir Okur Olarak “, yazan Virginia Woolf, Alakarga Yayınları, 1. basım, sayfa 232.
“Virginia Woolf – Romancı Olarak Sanatı”, yazan John Bennett, Alaz Yayıncılık, 1. basım, sayfa 42.
“Virginia Woolf ve İletişim”, yazan Gönül Bakay, Çantay Kitabevi, 1. basım, sayfa 75.

Bu yazı Arka Kapak dergisinin 8.sayısında yayınlanmıştır.