Erkan Şimşek

Dünya edebiyat tarihinin en boş tartışmalarından birisi belki de birincisi aslında Shakespeare diye birinin olmadığı iddiasıdır. Büyük edebiyatçının ölümünden yüzlerce yıl sonra ortaya çıkmış bu iddiaya göre bütün bu eserleri yazan aslında aristokrat biriymiş ve Shakespeare adını kullanıyormuş. Bugün Shakespeare külliyatını inceleyen uzmanlar ittifak halinde bir üslup ve dil birliğinden bahsediyorlar. Bütün eserlerin aynı kişiye ait olduğu artık tartışmasız bir gerçektir. Bu kişi de William Shakespeare’dir. Sanki eserleri isimler kaleme alıyormuş gibi… İsim tartışması yapılmasındaki beyhudelik de ayrıca bir mizah öğesi tabii.

Bu kısa girişin sebebi şu: Komploları ve spekülasyonları seven insanların bir başka kurbanı da Yunus Emre’dir. Zaman zaman kötü gazetecilerin, sahte tarihçilerin, kaldırım alimlerinin dile getirdiği bir efsaneye göre de Yunus Emre diye biri hiç yaşamamış, farklı şairlere ait şiirler Yunus imzasıyla tarihe geçmiştir.

Hakkında çok efsane var, doğru. Yazmadığı şiirlerin ona atfedilmesi de çok yaygın. Birden fazla mezarının olması zaten bir Anadolu klasiği… Ama bütün bunların asla değiştiremeyeceği bir gerçek var:

Ortabatı Anadolu’da, bugün Eskişehir-Bilecik-Bursa merkezli bir coğrafya parçasında 13. yüzyılın ortalarında, 14. yüzyılın başlarında Yunus Emre diye bir derviş yaşamıştır. Bu derviş, coğrafyayı vatan yapan sayısız isimden biridir.

Yunus Emre menkıbelerin değil tarihin konusudur. Büyük edebiyat tarihçisi Mehmed Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı başyapıtında Yunus’u net bir şekilde tarif eder: “Yûnus Emre XIII. yüzyılın son yarısında Sivrihisar civarında, yâhut Bolu mülhakâtından Sakarya-suyu civârındaki karyelerden birinde yetişmiş bir Türkmen köylüsüydü.” “Yûnus’un lisânı, başka o devir Anadolu eserleri gibi, biraz archaic olmakla berâber, sâf Anadolu Türkçesi’dir.”

Yunus bu konuda yalnız değildir ama Anadolu bağlamında bir ilktir. Yine 13. yüzyılda Hacı Bektaş Veli, 14. yüzyılda Ahmedî, 15. yüzyılda Hacı Bayram Veli, 16. yüzyılda Köroğlu, 17. yüzyılda Karacaoğlan da aynı zincirin halkalarıdırlar.

Aslında 21. yüzyılda Yunus’un bizleri ilgilendiren tarafı da budur. Yunus Emre’den bize kalan en büyük miras, Türkçesidir. Diğer bütün o tasavvufi mesajlar, kolektif hafızamızda yaşayan muhteşem mısralardaki sanatkârane incelik, şeyhi Tapduk Emre’ye olan sadakati bugünün insanı için büyük bir anlam kümesinin sadece bir parçasıdır.

Esas mesele şudur ki Yunus yazdığı şiirlerle, bilerek ya da bilmeyerek bir gelecek tasarlamıştır. Bu öyle geniş bir tasarımdır ki erken Osmanlı heterodoks kültürü de saltanat ve hilafet ile koordineli kurumsallaşmış sünni gelenek de cumhuriyet yıllarındaki laiklik hassasiyeti de Yunus Emre ile barışıktır. Tüm bu tarihsel yapılar Yunus’tan faydalanmıştır. Yunus 700 yıldır herkes için, doğru veya yanlış bir meşruiyet kaynağı olmuştur. “Bu topraklar”la ilgisi olduğunu ispat etmek isteyen herkesin öncelikli figürüdür. Mevlana ile birlikte adeta iki kimliklidir. Hem dinî hem laiktir. Hümanizm bahsi açıldığında (anakronik olsa da) akla ilk önce bu iki isim gelir. Bu iki farklı yaklaşım (dinsel-laik), taban tabana zıt olsa bile son tahlilde Yunus Emre’nin (ve Mevlana’nın) ortak bir değer olarak aramızda yaşamasını sağlamaktadırlar.

Tekrar Yunus’un ve diğer şairlerin diline dönersek: Bu tarihsel süreklilik bize bir noktayı hatırlatıyor: Şiirin çok yönlü gücünü. Şiir Anadolu’da uzun çağlar boyunca modern zamanlardaki iletişim araçlarının işlevini üstlendi, bir tür tarihyazımı görevini yerine getirdi, kimlik meselesini çözdü, aidiyetin ve mensubiyetin sınırlarını belirledi, folklorun somutlaşmasını sağladı. Yunus Emre ve benzeri şairler bu anlamda sadece edebiyat ve tarihin değil antropolojinin de konusudur.

Kritik zamanlar ve tarihin kırılma anları büyük sanatçıları ve büyük eserleri doğurur. Yunus Emre de böylesi bir çağın şairidir. Anadolu’nun sosyal, siyasal ve ekonomik olarak altüst olduğu, Haçlı seferlerinin, Moğol istilasının, Babai isyanlarının olduğu bir dönemde yaşamıştır. Bu zor zamanlarda bile şehir şehir dolaşmaya devam etmiş, orta ve batı Anadolu’dan dışarı çıkarak doğu illerini ziyaret etmiştir. Asilzade veya büyük aile mensubu değildir. Bir köylü dervişidir. Bu yüzden ailesinin ve kendisinin tarihi yazılmamıştır. Abdülbâki Gölpınarlı’ya göre ailesi büyük ihtimal Melâmidir. Yine Gölpınarlı’ya göre Yunus’un eğitimli olma ihtimali çok yüksektir, şiirlerinde ümmi vurgusu tevazudandır. Hz. Peygamber’in ümmi olmasından dolayı tasavvuf şairleri kendi dünyevi eğitimlerini anlatmaktan çoğunlukla imtina etmişlerdir. Hata payı olmakla birlikte Konya’ya gittiğini ve Mevlana ile tanıştığını da şiirlerinden anlıyoruz. Hatta şiir okuyup anlayacak kadar bildiği Farsçayı Konya’da öğrendiği rivayet edilir.


Yunus Emre ve Tasavvuf
Abdülbaki Gölpınarlı
İnkılap Kitabevi

Muharrem Ergin’in veciz ifadesiyle, “… temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli bir anlaşmalar sistemi ve seslerle örülmüş muazzam bir yapıdır” dediği dil, kurumsallaşmamış, henüz bildiğimiz anlamda devletleşmemiş bir siyasal düzende sivil dinamiklerle korunur ve gelişir. Bu bile başlı başına bir mucizedir. Yunus Emre işte bu dünyevi mucizenin müelliflerinden biridir.

Modern dünyada ise dil sanılanın aksine çok şanslıdır. Okul, temel eğitim, medya, matbaa, resmi ideoloji sayesinde devlet bütün kurumlarıyla dile “sahip çıkar”, nesilden nesile aktarımını kolaylaştırır (Çağa mahsus bozulmalardan bahsetmiyorum elbette). 13. yüzyıl Türkiyesi’nde doğal olarak bunların hiçbiri yoktur. Ama bugün Türkiye Türkçesi dediğimiz dilin temelleri o dönemde atılmıştır. 13. yüzyılda yazıldığı halde bugün hâlâ okunan ve anlaşılan sayısız şiir bulunmaktadır.

İşte bütün saydığımız modern kurumların yerine o çağlarda Yunus Emre ve onun gibi şairler vardır. Bugün bir Yunus Emre şiiri okumak zaman makinesine binmek gibidir, bu şiirler devrine ait tarihsel değeri olan birçok belgeden daha güçlüdür. Yunus’un Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarına tekabül eden hayatı da bu anlamda çok kıymetlidir. Zaten Kemal Tahir, Devlet Ana’da (tarihsel olarak gerçekliğini asla bilemeyecek olsak da) Yunus’u devletin kuruluş sürecine dahil eder. Ona rüyalar gördürür, rüyasını Şeyh Edebali’ye yordurur. Kemal Tahir’in kurgusunda Yunus devleti kuran ruhun önemli bir parçasıdır. Bu da bir başka mistifikasyon, bir başka efsane üretimi olabilir. Yunus’un Tahir’deki algısı bu anlamda çok da heterodoks değildir. Ya da şöyle düzeltelim: Yunus, Devlet Ana’da yaşam tarzıyla heterodoks, tefekkürüyle devletçidir.

Toparlamaya çalışırsak, tarih, kayda geçmemiş, yitip gitmiş birçok şairle doludur, bunları belki de asla öğrenemeyeceğiz. Muhtemelen Yunus kadar, Karacaoğlan kadar iyileri de vardı bu unutulanlar arasında. Nasıl oluyor da bazıları tarihe geçerken bazıları silinip gitti? Belki şiirleri yazıya geçirildiği halde unutuldular… Bu yüzden bu sorunun bir cevabı yok. Yunus bu anlamda tarihe kalmayı başarmış aynı zamanda şanslı bir şair. Divan tutmuş olması, Divan’ın sahiplenilmiş olması da çok önemli. Tarih yazılı olmayanı affetmiyor. Yazılı olanı da unutabiliyor. Biz de bu anlamda çok şanslıyız. Yunus hem Anadolu’da hem Balkanlarda toplumun her kesimine, hepimize ulaşmış bir şair. Okuryazar şeyhler, belki eğitimli askerler ümmi kitlelere dille, türküyle, ilahiyle bu şiirleri aktarmasını bir şekilde ulaştırmayı, ezberletmeyi başardılar. Böylece Yunus, efsanelerden sıyrılıp hakikatin gücüyle ayakta kaldı, bizi biz yaptı.

Ölümüyle de bu yüzden bir başka tarihsel tartışmanın parçası oldu. Her yerde mezarı, her yerde bir hatırası olduğu iddia edildi, ediliyor. Bu mezar konusu bu anlamda bir kesinliğe belki hiçbir zaman kavuşamayacak ama Fuad Köprülü, Yunus’un ölümü ve mezar yeri hakkında farklı rivayetlere dayanan mezarları aktardıktan sonra en makulünün Eskişehir’deki türbe olduğunu söylüyor. Lâmi’î Çelebi’nin Nefahât tercümesindeki ve Zeyl’indeki rivâyeti tercih ettiğini belirtiyor. Bu rivayete göre Yunus Emre, Porsuk Çayı’nın Sakarya Nehri’ne karıştığı bölgede bir yerde gömülü. Suların birleştiği yer bugün Ankara Polatlı’ya bağlı Kıranharmanı Köyü olarak geçiyor. Yunus Emre’nin türbesi de Eskişehir Mihalıççık’a bağlı Yunusemre Köyü’nde. Bu iki köy arasında 50 km mesafe vardır. Yani rivayet gerçek olabilir. Ama zaten bu bilgi çok da önemli değildir. Çok klasik olacak ama Yunus Emre’nin defnedildiği yer zaten Anadolu sakinlerinin kalbidir. 

Arka Kapak dergisi 29. sayı