Kadir Yılmaz

Dünya, bir kitaba konu olmak için var.

S. Mallarmé

Pessoa’nın metinlerini derleyenlerden Jeronimo Pizarro, kışkırtıcı bir soru soruyor: “Pessoa yaşadı mı?” (Alakarga, 2018) Biz bu soruyu pekâlâ Borges için de sorabiliriz. Çünkü onun dışında pek az yazar kendi kişisel tarihini bitimsiz bir uğraşla muğlaklaştırmıştır. “Bütün edebiyat, son tahlilde otobiyografiktir.” diyen Borges; her şiirinde, her hikâyesinde ve hatta her denemesinde bizatihi kendi kişisel tarihinin belirsiz “bir” parçasını metne dahil ederek tarihî gerçekliğinin o arzu ettiği parçasını hep yeniden inşa eder.

Herkes tarafından atıf yapılan “ayna”, “kaplan” yahut “bahçe”den daha derin, daha fazla felsefî göndermeler barındıran ve tabii ki daha meşhur olan bir imgeye dönüşmüş “Borges” hakkında yazmak, haddizatında bir imgenin doğumunu, gelişimini, kullanılmasını ve yaygınlık kazanarak bir daha yok olmamak üzere muhayyilenin en şatafatlı katına yerleştirilmesini anlatmak kadar zor ve bir o kadar garip. Jorge Luis Borges, 24 Ağustos 1899 yılında Buenos Aires’te doğdu. 87 yıllık hayatının ilk yarısında, babasının gözlerini tedavi ettirmek amacıyla Avrupa’da geçirdikleri yedi yıl dışında bu şehirden dışarı çıkmadı. Hatta dokuz yaşına kadar “bahçeli ev”lerinin dışına bile nadiren çıktığı söylenir, çünkü verem olmasından korkan annesi ile devletin hiçbir kurumuna güvenmeyen anarşist bir avukat ve psikoloji “öğretmeni” olan babası, oğullarının dünya denilen bu “labirent” için fazlasıyla hassas olduğunu düşünmektedirler. Henüz altı yaşında babasına yazar olmak istediğini söyleyen Borges’in yazdığı ilk kelimeler “kaplan, aslan, baba ve leopar” olmuştu ki, içinde “kaplan” geçmeyen hiçbir ansiklopediyi hayatı boyunca ciddiye almayacaktır.

Kendisinden 17 yıl sonra dünyaya “gözlerini” açacak ve onunla aynı laneti taşıyacak Cemil Meriç’in tabiriyle “yalnız uluları, yalnız mutluları damgalayan, alnı bir mezar taşı kadar soğuk, bakışı bir cellat satırından daha korkunç ilahe” Nemesis’in elleri Borges’in de gözlerine uzanacak ve 56 yaşında gözleri tamamen kararacaktır. Bununla birlikte, Borges’in ne hikâyelerinde ve şiirlerinde ne de kendisi ile yapılan mülakatlarda bu duruma isyan niteliği taşıyan bir ifade mevcuttur. Aksine, bu durumu kendi zaman yönetimi açısından bir avantaj olarak değerlendirir: “Okuyamamanın belli bir yararı olduğu söylenebilir, çünkü okumayınca zaman başka bir biçimde akıyor. Gözlerim görürken, hiçbir şey yapmadan yarım saat geçirecek olsam, çıldırırdım, çünkü okumam gerekirdi. Ama şimdi uzun zaman yalnız kalabiliyorum.”

Ne var ki bu yalnızlık seansları çok uzun sürmeyecektir. Soğuk Savaş’ın en dramatik anlarından biri olan Berlin Duvarı’nın bir gecede inşa edildiği 1961 yılında Borges de dünya çapında bilinirliğe ve daha doğru tabirle “şöhrete” kavuşacaktır. Nobel Ödülleri’nin siyasallaşmasından şikâyetçi olanların tertiplediği Formentor Ödülü’nü Samuel Beckett’le birlikte aldığında, sıkışmışlık ve tükenmişlik içinde bocalayan edebiyat dünyası, çıkış için görmeyen bir adamdan yükselen ışığa koşacaktır. Fransızcadaki çevirilerden sonra Borges’in eserleri hızla önce İngilizceye, ardından bütün dünya dillerine çevrilecektir. Bilhassa Kuzey Amerika’da verdiği konferans serileri onu hem maddi hem de manevi anlamda tatmin edecek gelişmelere gebe olur. 1967 yılında, Harvard Üniversitesi’nde şiir dersleri veren Amerikalı sosyalist Norman Thomas di Giovanni ile tanışır.

Norman Giovanni ile uzun yıllar birlikte çalışan Borges, kitaplarının İngilizce derlemeleri ve çevirileri için sadece onu yetkili kıldı. Aslında Borges, İngiliz asıllı bir aileden geliyordu ve evlerinde İspanyolca dışında İngilizce de anadil olarak kullanılıyordu. Hatta çok sevdiği Cervantes’i bile İngilizce üzerinden okumuştu. Dil konusunda inanılmaz bir kabiliyete sahip olan Borges, bilhassa ailesiyle birlikte geçirdiği yedi yıllık Avrupa günlerinde Almanca, Fransızca ve Latince öğrenmişti. Ellili yaşlarının sonlarına doğru ise, körler için geliştirilen Braille alfabesini öğrenmek yerine eski Anglo-Sakson dilini ve ondan sonra da eski İskandinav dilini öğrenmişti. Norman Giovanni, Borges’in sadece çevirmeni değil aynı zamanda editörü gibi de çalışarak artık sadece şiir dikte eden yazarı yeniden hikâyeler yazmaya ikna edecektir. Borges her ne kadar kendisini “her şeyden önce bir okur, sonra bir şair, sonra bir düzyazı yazarı olarak” düşünse de ona dünya çapında bilinirlik getiren eserleri her zaman mucizevi çıkışlar gösterdiği ve otobiyografik unsurları serbestçe serpiştirdiği hikâyeleri olacaktır.

Tarihte kendisiyle en fazla mülakat yapıldığı söylenen yazarların başında gelen Borges, kayıt cihazı ya da bir parça kâğıt ve kalemle karşısına çıkan hiç kimseyi kırmamıştır. Belki de aynı şeyleri söylemekten imtina etmeyi çok sevdiği için hayatıyla ilgili her seferinde birbiriyle tam olarak çelişmese de tam olarak örtüştüğü de söylenemeyen muğlak cevaplar verir. Borges, artık dünyanın dört bir tarafındaki ateşli takipçileri için efsanevi kör kâhindir. Sadece okurlar için değil, yazarlar için de Borges önemli bir “edebiyat gerçekliği”dir. Öyle ki, hikâyelerinde kullandığı neredeyse her metafor, eğretileme, imge doyumsuzca yağmalanır. Borges’in beyni artık dünya edebiyatının ortak muhayyilesidir. Brodie Raporu (İletişim, 2015) kitabını Giovanni’nin desteğiyle tamamladıktan sonra bu kitabı niçin yazdığını şu dikkate şayan sözlerle açıklar: “O kadar çok insan beni taklit ediyordu ki ben de çalışıp, kendi kendimi taklit etmeye karar verdim.” James Woodall, Kitabın Aynasındaki Adam Jorge Luis Borges: Bir Hayat (İletişim, 1997) başlıklı enfes biyografi çalışmasında Borges’in dünyanın kendisinden beklediği “Borgesyen” metinleri üretmek zorunda kalışını oldukça hazin bir şekilde tarif eder: “Brodie Raporu’ndan beş yıl sonra Kum Kitabı yayımlandı. Bu bir öykü derlemesi idi ve Borges’in diğer kitaplarıyla karşılaştırıldığında, sanki Borges’ten alıntı yapılmış gibiydi; yorgun bir üslubu vardı. Bu onun son öykü kitabı oldu.”

Babasıyla aynı kaderi paylaşan Borges’in de gözleri kör olduğu için annesi Leonor Acevedo ölene kadar oğlunun yanından ayrılmayacaktır. Donsan dokuz yaşına kadar yaşayacak annesi, Borges’in kısa süren mutsuz evliliği haricinde -ki bu evlilik de aslında kendi ısrarı üzerine ve onun tavsiye ettiği bir kadınla yapılacaktır-, ölene kadar oğlunu hep himayesinde tutarak onu adeta bir “zırh” gibi koruyacaktır. Annesinin 1975’teki ölümünün ardından Borges, üniversitede ders verdiği zamanlardan öğrencisi olan İzlandalı sevgilisi Maria Kodama ile dünya seyahatine çıkar. 1986 yılında “labirentin” artık ucuna ulaştığını anlayan Borges, ilk kez 1914 yılında geldiği ve öğrenim gördüğü Cenevre’ye ölmek üzere gelir. Borges, Nisan 1986’da Maria Kodama ile evlenir ve Haziran 1986’da ise sadece kendi içine bakan ve hem kendisine hem de tüm dünyaya eşsiz, düşsel hikâyeler sunan “gözlerini” kapar. Kız kardeşinin ve diğer aile üyelerinin ısrarlarına rağmen Buenos Aires’e değil, bugün İsviçre’deki Krallar Mezarlığı’na gömülür.

Yirminci yüzyılın en görkemli edebi dehalarından biri olarak kabul edilen Borges, Harold Bloom’un Batı Kanonu (İthaki, 2014) kitabında “olmasalardı manen daha az zengin olacağımız yazarlar” listesine dahil edilir. Borges, artık “Babil kulesini andıran bir sanayinin” en önemli metasına dönüşecektir. Daha hayattayken hakkında yazılanlar bile, devasa boyutlara erişen kitap endüstrisinin en önemli kalemlerinden birini oluşturacak ve Borges, bilinirliğe kavuştuktan sonra, herkesten önce “Borges olmanın bilincini” eserlerinde ve hayatında sergileyecektir.

Jorge Luis Borges’in Türkçede mevcut olan bütün eserleri İletişim Yayınları tarafından, kitapların telif haklarının temsilcisi Borges Vakfı ile yapılan anlaşma uyarınca toplu eserlerinin orijinal baskılarındaki yapıya sadık kalınarak yayımlanıyor. Bunlar: Kum Kitabı, Şifre, Brodie Raporu, Ficciones, Alef, Yaratan, Atlas, Dantevari Denemeler, Shakespeare’in Belleği, Yedi Gece, Sonsuz Gül, Evaristo Carriego, Alçaklığın Evrensel Tarihi, Düşsel Varlıklar Kitabı, Sonsuzluğun Tarihi, Tartışmalar ve Öteki Soruşturmalar.

Arka Kapak dergisi 31. sayı