Muhittin Şimşek

Bir “cafe” deyim… Haydi biz buna okunduğu gibi “kafe” diyelim. Bu tabir dilimize iyice girdi, gündelik hayatımıza iyice yerleşti. Oysa bizim ne güzel kahvehanelerimiz, çayhanelerimiz, kıraathanelerimiz vardı. Daha içeri girer girmez verdiğiniz selama mukabele eden en az beş on kişinin olduğu kıraathanelerimiz… Tanıyıp tanımamanız çok önemli değil. Selam verdiyseniz alınır. Masaya buyur edilirsiniz ve dahil olursunuz sohbet halkasına. Müdavimseniz, kahveci sormaz kahvenizin nasıl olacağını. O bilir, orta, sade yahut şekerli içtiğinizi.

Böyle kahveler hâlâ var tek tük de olsa… Mesela Sivas’ta “Çerkesin Kahvesi” böyle bir kahvedir. 70 yıldır, nice sohbetlere ev sahipliği yapmış, nice civanmertleri ağırlamış bu mekanda çay, çay gibidir; kahve de kahve… Adap vardır. Çayın dağıtılma sırası vardır. Hele eksik gelen çayı sohbet halkasında birine ikram etmenin ne anlama geldiğini idrak vardır. Tarih kokan bu mekanda kahvenin köpüğü bitmez. Siz bir fırt aldıkça kahvenizden köpük süzülür aşağı doğru. En son fırta kadar kahveniz köpüklüdür.

Değerli kültür adamı ve şair Beşir Ayvazoğlu ağabeyimiz, “Çerkezin Kahvesinde Bir Kış Gecesi” şiirinde çok güzel anlatır mekanı… Aslında “Çerkezin Kahvesi” değil, kültürümüz, medeniyetimiz, insanlığımız, adabımızdır anlatılan. Uzunca sayılabilecek şiirin bir yerinde şöyle der:

Ortada nar gibi kızarmış ördek soba,

Çerkes Emmi’den evvela

Sıcacık bir “buyurunuz”

Çaylar mı? Tavşan kanı şahane,

Çerkes’in bir kahvesi var,

Altı kaval, üstü şeşane.

Oysa bugün, büyük şehirlerde ismini bile söylemekte zorlandığımız nur topu gibi cafelerimiz var artık. Odun ateşinde kavrulmuş, mis gibi kokan yeni çekilmiş ve yine odun ateşinde, bakır cezvede yavaş yavaş pişen kahvelerimizin yerine, makinelerde seri üretim şeklinde yapılan cappuccino, cafe latte, cafe mocha, white chocalate mocha gibi acayip isimli içecekler var. Her biri ayrı anlamlar taşıyan fincanlarımızın yerine, plastik yahut karton “kullan-at” kocaman bardaklar kullanılıyor. Kadim medeniyetimiz Osmanlı Dönemi’nde kahvenin yapılması ve sunumunun bir ritüeli olduğu gibi, fincanların da her biri ayrı ayrı manalar ifade ediyordu. Öyle ki fincanların renklerinden hangi döneme ait olduğunu biliyorsunuz. 16. yüzyılda pembe ve turkuaz fincanlar, 17. yüzyılda mercan kırmızısı… Kanuni Dönemi’nde lacivert fincanlar, Osmanlı’nın zirvede olduğu dönemde ise yeşil renk ağır basıyordu. Son dönemde ise ayrılığın sembolü olan sarı renk fincanlar kullanılıyordu. Fincan renkleri anlam yüklü olur da şekilleri anlamlı olmaz mı? Tabii ki şekillerin de anlamları vardı.

Kahve ve fincan konusunda ciddi araştırmalar yapan ve bu kültürü yaşatmaya çalışan Uğur Atik’in verdiği bilgiye göre Osmanlı Dönemi’ndeki ilk kahve fincanlarının üstü dar, aşağı doğru genişleyen bir yapısı vardı. Bu şekildeki bir fincanda sunulan kahvenin köpüğü dağılmaz, son yudumuna kadar kahvenizi köpüklü içebilirdiniz. Ayrıca fincanların kulplarının üst kısmı kıvrımlıydı. Bu kıvrımlar, fincanın hem sağ hem de sol elle tutulmasını sağlıyordu. Bu şekiller zaman içerisinde silindir ve üste doğru genişleyen farklı şekiller almıştı.

Görülüyor ki kültürümüz fincan, kahve yapılışını ve sunumunu tam bir estetik zevki üzerinde taşıyordu.

Oysa bugün, tüketim düşkünlüğü, hatta çılgınlığı, dingin olmayan hayat tarzı, birçok zevkimiz gibi kahve zevkimizi de alıp götürmüştür.

Koca koca, heyula gibi yapılar içerisinde çeşit çeşit cafelerde kalabalıklar içerisinde yalnızlıklar yaşanıyor. Dünyanın her yerinde aynı tasarımda, aynı hitaplarla, aynı davranış biçimlerinin sergilendiği cafelerde her şey, makinalar tarafından yapılıyor. Onlarca markadan birinde önce kuyruğa giriyorsunuz, kuyrukta beklerken önünüzde “Al beni!” diyen alacalı bulacalı, bol katkılı keklerden kurtulmaya çalışırsınız, eğer becerebilirseniz. Sıra size geldiğinde paranız peşin alınıyor, hangi tür içecek alacağınız soruluyor. İçinde tek kelime Türkçe olmayan içeceğinizi, kahve türünü, söylüyorsunuz. Artık bütün hâli otomatikleşen kasiyer, isminizi keçeli kalemle karton bardağa yazıyor. Siz dört adım ileride, üzerinde tahta karıştırıcı, peçete, şeker vs. olan stantta beklerken tezgahtar tam bir robot marifetiyle bir taraftan kahveyi bağlar makineye, diğer taraftan sütü buharla köpürtür, aynı zamanda da kirli kapları tazyikli suya tutar. Neden sonra bağırtılı bir sesle isminiz çağrılır. Belli ki siparişiniz hazır. Ve kargacık burgacık isminizin yazılı olduğu bardak önünüze gelir. Karton bardak, plastik kapak… Kapakta bir delik var. Acayip isimli kahveyi oradan içeceksiniz. Alışkın değilseniz delikten kahve içmeye, dudaklarınız yanabilir.

Eğer bu tür mekanlara öğlen vakti 12.00-13.00 arası gitmişseniz vay hâlinize. 2-3 telefonla mesajlaşan, hatta birine mesaj yazarken diğeri ile konuşan, boşta kalan işaret parmağı ile de göz makyajını düzelten kızlar, yarı Türkçe yarı İngilizce “plaza dili” ile konuşarak az önce fast food öğle yemeklerinin eseri olarak dişlerini kürdanlayarak girdikleri kuyrukta uzunca bir süre beklemek zorunda kalabilirsiniz. Doğrusu kuyrukta beklemek pek sorun değil de o kendilerine mahsus toplam 100 kelimelik Türkçe ile bol bol “aynen, business konuşuyoruz abi, menajerimin kaprisi baydı, developerımız low profile…” türü konuşmalara maruz kalmanız Çin işkencesine dönüşebilir. Sonra, bitişik nizam minik masalara, yahut da ayakta duracak şekilde stantlara üşüşülür. Kalabalıktır bu mekanlar. Ancak kalabalık içinde yalnızlıklar vardır bu cafelerde.

Ya telefonlarla, yahut da önündeki bilgisayarlarla haşir neşirdir herkes. Sohbet yok, merhaba yok, hâl hatır sormak yok, herkes kendi hâlinde. Çoğu zaman dışarıdaki uğultuyu bile duymazlar. Böyle mekanlar için; “Gönül ne kahve ister ne kahvehane/Gönül sohbet ister, kahve bahane…” beyitleri söylenmez.

“Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır,” deyimi kullanılmaz. Hatta duvarlarında; “Kahve Yemen’den gelir yolları ırak/Beş para yetmez, on para bırak,” yazılı kahvehanelerde, müşterinin de; “Kahve Yemen’den gelir yolları sapa/Beş para yetmezse kahveni kapa…” cevabı ile atışmalar hiç olmaz.

Haa!.. Bu tür mekanlarda ola ki birkaç kişi sohbet ediyorlarsa kulak misafiri olun, duyacağınız kelimeler borsa, hisse senedi, döviz, kur, arsa olacaktır.

Kahve dinginliktir, diğerkâmlıktır, sevdadır, muhabbettir, dinlemektir hatta çoğu zaman sukuttur. Cafe ise kaostur, güruhtur, bencilliktir, anlıktır, sahtedir, hatta maskelidir. “Kırk yıl hatırı” olan kahvedir… Diğeri anlıktır. Aşktır kahve. Cafe “seviyeli birliktelik”tir.

Yukarıda yazdıklarımı okudum. Çok mu geri kafalıyım diye düşündüm önce, “Modernleşmeye karşı mıyım?”, sorusunu sordum kendime. Yoksa kuşak çatışması mı yaşıyordum. Hayır! Hiçbiri değil. Tabii ki mekanlar modernleşebilir. Ama benim kahvemi elin oğlu allayıp pullayıp binbir hâle sokup, onu sadece ticari bir meta yapıp, ondaki ruhu almasına dayanamıyorum. Çünkü, mekanların insanlar üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. Bu tür mekanlar bencilleştirir, otomatikleştirir, yalnızlaştırır. Hasılı bizi bizden alır götürür. Diyeyim ben size!

Bilesiniz… 

Arka Kapak dergisi 18. sayı