Medeni Yılmaz

Belki de her şey gerçek kimliğine körler dünyasında kavuşur, dedi doktor. Peki, ya insanlar, dedi koyu renk gözlüklü genç kız. Onlar da, çünkü artık onları gören göz kalmamıştır.

Jose Saramago

Dünyadaki herkesin aniden kör olduğunu ve kimsenin bizi göremeyeceğini bilsek nasıl davranırdık? Acaba bizleri kontrol edecek veya cezalandıracak bir otoritenin olmaması, içimizdeki ilkel dürtüleri harekete geçirir miydi? Açlık mı baskın gelirdi, yoksa etik değerlerimiz mi? Peki ama körlük sadece gözlerde mi gerçekleşir? Vicdanı körleşmiş insanlara ne diyeceğiz?

Nobel ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago’nun 1995 yılında yayımlanan romanı Körlük, okurunu işte böylesi zorlu sorularla karşı karşıya bırakıyor. Körlük, yayımlandığı günden beri çağdaş dünya edebiyatının klasikleri arasına girmiş ve kimi eleştirmenlerce gelmiş geçmiş en iyi romanlardan biri olarak karşılanmıştır. Hatta Norveç Kitap Kulüpleri’nin Paul Auster, Carlos Fuentes, Milan Kundera, Amin Maalouf, Salman Rushdie ve Orhan Pamuk dahil, yaşayan 100 büyük yazara sorarak oluşturduğu ankette, “gelmiş geçmiş en iyi 100 edebi yapıttan biri” seçilmiştir. Bugüne kadar milyonlarca kitap yazıldığı düşünüldüğünde ve bu romanın böylesi bir listeye girmesinden hareketle, hem de en usta yazarların seçimiyle, ne denli önemli bir yapıtla karşı karşıya olduğumuzu anlayabilir; kitabı okuduğumuz süreç boyunca da bu seçimin doğruluğuna bizzat şahit olabiliriz.

“Körlük” Hakkında

“Bakabiliyorsan gör, görebiliyorsan gözle” alıntısıyla başlar Körlük adlı roman. Trafiğin oldukça yoğun olduğu bir caddede, yeşil ışığı beklemekte olan şoförlerden biri aniden kör olur. Körlük bir salgın gibi hızla yayılır. Önce bu ilk körün arabasını çalan hırsız, sonra hırsızın karısı, sonra gittiği göz doktoru ve hastanedeki diğer sakinler… Ama bu körlük, salgına yakalananların her şeyi diğer körler gibi karanlık değil, tam aksine bembeyaz görmesine sebep olur. Bu nedenle “beyaz felaket” olarak adlandırılır. Salgına yakalanmayan tek kişi vardır; doktorun karısı.. Hükümet hemen acil eylem planını devreye sokar ve körleri bir akıl hastanesine kapatarak karantinaya alır. Yani bu “tehlikeli” insanları toplumdan dışlayarak, onları yok sayarak problemi çözmeye çalışır. Körler çeşitli koğuşlara yerleştirilir ve günde üç öğün yemek bırakılır. Doktorun karısı da kör taklidi yaparak onunla birlikte bu akıl hastanesine girer. Yetkililer, akıl hastanesinin etrafını silahlı askerlerle çevirerek kaçmalarını engellemeye çalışır. Ancak körlük büyük bir hızla yayılmasını sürdürür ve kısa zamanda akıl hastanesindeki körlerin nüfusu artar. Dolayısıyla zaman geçtikçe yiyecek paylaşma konusunda sıkıntılar baş gösterir. Silaha sahip bir koğuş, diğer koğuşlardaki körleri ezmeye ve onların tüm varlıklarına el koymaya başlar. Sonrasında da onların kadınlarını isterler. Doktorun karısı bu tecavüzlere dayanamayarak onların liderini makasla öldürür. Sonrasında yazarın roman boyunca “vicdansızlar” şeklinde tarif ettiği bu silahlı koğuşu ateşe verirler. Akıl hastanesi tamamen yanar. Bu yangından sadece doktor ve karısının da içlerinde olduğu grup kurtulur. Akıl hastanesinden çıktıklarında, tüm ülkenin aslında kör olduğunu anlarlar. Sokaklarda “beyaz felaket” kol gezmektedir. Kör gruplar vahşice yiyecek peşinde, birbirleriyle ve diğer gruplarla ölümüne kavga halindedir. Tüm sokaklar kan ve insan pislikleriyle doludur. Pis koku ve kaos ülkeye egemen olmuştur. Doktorun karısının gözlerinin görmesi sayesinde grup, açlıktan ve kavgalardan nispeten uzak durur. Romanın sonunda grup bir kiliseye girer. Doktorun karısı, kilisedeki tüm resim ve heykellerin gözlerine beyaz bant çekildiğini fark eder. Eve döndüklerinde hepsi yavaş yavaş yeniden görmeye başlar. Her şeyi en başından beri görmekte olan doktorun karısı ellerini açıp gökyüzüne baktığında, tüm gökyüzünü bembeyaz görür. Roman böylece noktalanır.

Kahramanların hiçbirinin adını dahi bilmeyiz. Yazar her birini “doktor, doktorun karısı, hırsız, koyu renk gözlüklü genç kız” gibi çeşitli sıfatlarla geçiştirir. Üstelik kahramanların diyalogları da anlatıcının sesine yedirilerek metni okuyucu nezdinde adeta uzun bir monologa dönüştürür. Okur, kahramanlar arasındaki diyalogların ve anlatıcının sesinin iç içe olması sebebiyle romanı takip etmekte güçlük çeker ve dolayısıyla kendini bir labirentin içinde bulur. Ayrıca Saramago, roman boyunca nokta ve virgül dışında bir noktalama işareti kullanmaz. Bu da metnin bütüncüllüğüne katkıda bulunan bir başka yöntemdir.

İnsanoğlunun Erdeminin Sorgulanması

İngiliz yazar William Golding’in ünlü distopik şaheseri “Sineklerin Tanrısı” adlı romanında vurguladığı bir şey vardı; “İnsan, iktidarın ve yasaların onu denetlemediğine dair bir fikir edinirse, özünde yer alan yıkıcı yanını ortaya çıkarır.” Sineklerin Tanrısı’nda en masum yaşlarında olan çocuklar aracılığıyla insanoğlunun bu faşizan, yıkıcı ve yabanıl eğilimlerini büyük bir ustalıkla yansıtan Golding, Nobel edebiyat ödülüyle onurlandırılmıştı. Ondan yıllar sonra, insanoğlunun özündeki ilkel dürtülerin otorite boşluğuyla ortaya çıkabileceğini “körleşme” metaforuyla ele alan Saramago da romanın yayımlanışından sadece üç yıl sonra aynı ödüle değer görüldü. Golding’in Sineklerin Tanrısı’nda olduğu gibi, Körlük romanında da insanları en aşağılık halleriyle görürüz: Aniden kör olan birinin bu zaafından faydalanmaya çalışan bir hırsız, oğlunun körlüğü kendine geçmesin diye ona mesafeli duran bir anne, vücutlarını biraz ekmek için diğer körlere sunan kadınlar, bir parça kuru ekmek için kadınlarının başka erkeklerce tecavüz edilmesine ses çıkarmayan erkekler, karısının tüm fedakarlığına rağmen onu bir başka kadınla aldatan bir koca, yiyecek için birbirlerini vahşice öldüren insanlar, toplumdan gerçekleri gizleyen ve hastaları tedavi yoluna gitmektense dört duvar arasına tıkarak ötekileştiren, yok sayan ve ölüme terk eden devlet yöneticileri… Bu bakımdan Körlük romanı, insanoğlunun etik değerlerinin çürümüşlüğüne karşı bir uyarı olarak da okunabilir.

Dinsel Göndermeleri

Jose Saramago’nun ateist oluşu, bunu hiç çekinmeden dile getirmesi, üstelik de bir marksist olması, ülkesinde baskılar görmesine sebep olmuş, işinden edilmiş, kitapları yasaklanmıştı. Ve Saramago, bu baskılar karşısında ülkesinden ayrılarak 2010 yılındaki ölümüne dek İspanya’ya bağlı bir adada yaşadı. Sözünü hiçbir zaman sakınmadı, yapıtlarında dine ve politik duruşuna mutlaka göndermelerde bulundu. Nitekim, “Körlük” romanının bir yerinde (sf 209), “(…)incitme ve aşağılanmaların dünya kurulduğundan buyana var olduğu kimse için bir giz değildi, insanı şaşırtacak bir yanı da yoktu, hatta dünyanın bu tür davranışlarla başladığına kuşku yok, dense yeriydi.” diyor kahramanlardan biri. Romanın sonunu da hatırlayacak olursak durum daha da netleşir. Körler grubunun gören lideri olan doktorun karısı kiliseye girdiğinde tüm dini resim, heykel ve sembollerin gözlerinin romandaki körlüğün simgesi olan beyazla kapatıldığını fark eder. Hemen ardından doktorun karısının eşlik ettiği grup dahil kentteki herkes aniden görmeye başlar. Romanın son sayfasında ise doktorun karısı gökyüzüne baktığında onu da bembeyaz renkte görür. Önce kör olduğunu sanır ama yere baktığında kör olmadığını fark eder. Peki kilisedeki tüm dini sembollerin gözlerinin beyaz bantla kapatılmış olmasından ve dahası, tanrının varlığını simgelediğine inanılan gökyüzünün bembeyaza bürünmesinden ne anlam çıkarabiliriz? Yoksa onlar da mı bu “beyaz felakete” yakalanmıştı? Romanın bu muğlak finalinden hareketle, sadece insanların değil dini kurumların ve tanrının da yazar tarafından körlükle suçlandığını pekala söyleyebiliriz. Saramago’ya göre, tanrı ve onun yeryüzündeki temsilcileri de bu kaosa göz yummuş ve körleşmişlerdir.

“Ne düşündüğümü merak ediyorsanız, bu kitapla anlatmak istediğim hepimizin körleşmeye başladığı değildi. Bence körleşmiyoruz. Hepimiz körüz. Körüz ama bakıyoruz. Bakabilen ama görmeyen kör insanlar.” diyordu Jose Saramago roman hakkında sorulan bir soruya. Nitekim romanın sonunda da bir kahramanın ağzından şu cümleler tokat gibi çarpar okuyucunun suratına, “Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gördüğü halde görmeyen körler” (sf 290). Dolayısıyla Saramago, burada körleşme metaforuyla insanoğlunun erdemini sorguluyor. Acaba görmek sadece biyolojik bir eylem midir? Gözlerimizin görmeyi reddettiği bazı durumlar olmuyor mu? Gözlerimizi çıplak gerçeklerden, etik değerlerden ve vicdani sorumluluk gerektiren anlardan kaçırmak, Saramago’nun deyişiyle, “ bakar-körlük” değil de nedir? Peki siz gerçekten de görebiliyor musunuz? Yoksa sadece bakıyor musunuz?

Arka Kapak dergisi 12. sayı